Bazen biri gelir ve bilmeden dokunuverir birkaç basit kelimeyle yüreğindeki gizli kapıya. Öylece bakmadan gidemez. Hiç olmadı, teğet geçecektir çünkü… Elbette sen unutmamışsındır o saklı odayı ama hatırlamak da istemezsin. Fakat olan olmuştur artık… O andan sonra bir cevabın olmak zorunda…
Her şey normal gidiyordu aslında. Başarılı bir Türk bilim adamına sorulabilecek tüm soruları sordu sunucu kadın bir saat boyunca arkadaşıma. Ne kadar da göz dolduruyordu Mehmet. Heybetiyle tamamlıyordu sanki başarısını; Uzun boyunu taçlandıran siyah takım elbisesi, kumral tenine rağmen gözlerinin mercan mavisi rengini daha da ortaya çıkarmıştı. Geniş omuzlarıyla kendinden emin dimdik oturuşuna eklenen yakışıklılığı bir bilim adamından çok, henüz otuzlarında bir aktörün başarılı bir filmden sonra verilen bir röportajı havası veriyordu programa. Ta ki sunucu kapanış sorusunu sorana ve en yakın arkadaşım cevap verene kadar. -Son olarak size şunu sormak istiyorum; başarılı bilim insanlarımız ülkemizi yurtdışında temsil etmeyi tercih ediyor sizse kaldınız, neden?- dedi sunucu kadın. Aslında cevap gelene kadar o üç saniye benim için de herkes gibi normal bir bekleyişti. En az soru kadar normal. Fakat verilen cevap, bundan tam 15 yıl önce sadece bir kez duyduğum ve hiç unutmadığım bir cümle. Milyonlar izliyordu o an ama son söylenenin ne demek olduğunu sadece iki kişi biliyordu. Mehmet ve ben… Hiç gözlerini sunucudan ayırmadan cevap verdi yine Mehmet. Tıpkı diğer sorulara verdiği cevaplardaki gibi aynı kararlılık ve gözlerinden yayılan maviliğin sertliğiyle -çok küçükken alınmış bir karar ben hiç gitmem- dedi ve teşekkür ederek sanki verdiği cevaptan kaynaklı olası gelebilecek tali soruları kapatırcasına her zamanki gibi kontrolü eline almıştı anında.
Tatlı bir tebessümle karşılık verebildi kadın sadece. Sunucu aynı tebessümle izleyenlere teşekkür ederek programı bitirirken bense -Ne saçma soruydu?- dedim istemsizce eşim Selma’nın da yanımda olduğunu unutup. Öyleydi çünkü. Sesi kısmak için televizyonun kumandasını arıyordum bir taraftan ama aslında beklenmedik bir öfke çökmüştü üzerime. -Neden öyle dedin Barış?- dedi eşim. Başımı çevirsem hemen yan koltukta oturduğunu görebilirdim aslında, kumandayı arama bahanesi işime geldi ve göz göze gelmeme gerek kalmadan -Saçma çünkü- diyebildim sadece kumandayı aramaya devam ediyormuş gibi yaparak. Biliyorum çünkü yüzüne baksam Mehmet’in sunucu kadındaki başarısı gibi olmayacak benimkisi. Üstesinden gelemeyeceğim merakı nedeniyle istemsizce kırabilirim onu zira bu gerginlikle. Hem açıklama yapabileceğim bir konu değildi fakat cevapsız da bırakamazdım. O ise konuyu kapatmamakta kararlıydı. -Ben de soruya değil de cevaba çok takıldım. Sen onun en yakın arkadaşısın eminim nedenini biliyorsun. Ne demek istedi Mehmet? – diye elbette peş peşe sıraladı soru işaretleriyle dolu cümlesini Selma. -Bence bu sorularla vakit kaybetmek yerine sen bize kahve yapmalısın… Hadi bekliyorum balkonda- diyerek ayağa kalktım konunun daha fazla uzamasına izin vermeden.
Balkona çıktığımda yüzüme vuran hava hoşuma gitti. Ankara’da Nisan ayı ve gecenin on biri için hiç de fena değil dışarıdaki serinlik. Tatlı soğuk rüzgar tam olarak silmese de zihnimdekileri bir nebze olsun iyi geldi açık hava. Kafamdakilerden midir nedir, gözüm uzak semtlerdeki sokak lambalarının ışıklarına takıldı; ne kadar uzağa bakarsam o kadar çok göz kırpan ışık olduğunu fark ettim. Yakın olanlar ne kadar da tepkisiz ama uzak olanlar çırpınıyor adeta. Sanki fark edilmek için dans ediyor, yaşam belirtisi gösteriyor onları da görmemiz için. Uzaklaştıkça sihir mi ekleniyor ki her şeye? Zamanın içinde yaşananlar da böyle işte; ne kadar çok uzağa gidersen o kadar -buradayım- diyor bir şekilde göz kırparak bahane bularak çıkıyor karşına. Tıpkı Mehmet’in hikâyesinde olduğu gibi… Dün gibi aklımda o bundan 15 yıl öncesi;
Mehmet ile aynı sınıfta okuduğumuz için onu tanımam elbette birinci sınıfta başladı ama ayrı sınıflarda olsaydık da eminim kısa zamanda fark ederdim onu. Mehmet gibi Gazi Üniversitesi’nde hem tıp okuyan hem de okulun en başarılı öğrencisi olan biri çabuk fark edilir çünkü. Buna onun, kızlar için görsel donanımındaki kusursuzluğu, biz erkekler için ise ketumluğu ve kıvrak zekâ özelliği eklenirse sandığınızdan da çabuk… O bende neyi sevdi bilmiyorum ama gel zaman git zaman ikinci sınıfta ev arkadaşı olmaya karar verdik ve ben Mehmet’in evine taşındım. Aslında farkında olmadan yaşamıma yayacağım hiç bitmeyen kusursuz dostluğuna…
Her zaman az ama öz konuşurdu Mehmet. Çok söylemişimdir ona; -bu kadar kıt kelimelerle nasıl derdini bu denli rahat anlatabiliyorsun- diye. O da hep -kendini hafife alma sen kolay anlıyorsun- derdi o bilindik mütevazılığı ile. Bir kere bile dert yandığını, sarhoş olup iç döktüğünü, kendinden yana trajik bir şey anlattığını hatırlamam. Zaten bir şekilde de belli eder sınırlarını. Cüretkâr olabileceğin tiplerden değildir Mehmet gibileri. Her zaman haddini bilerek oturup kalkarsın onun gibi çizgileri kalın ve belirgin adamlarla. Ben hep bunun farkında olsam da zaten oldum olası pek özellerini sorgulamam insanların. Belki o da bende bu özelliğimi sevmiştir. Soru sormamamı… Fakat bir gün garip, olağan dışı bir durum oldu öğrenciliğimizin ikinci yılında. Benim Mehmet ile asıl sihirli bağımı kuran gün de bence o gündü. Gecenin dördüne kadar şarap içmiştik ve konu sadece benim birinci sınıftan beri çıktığım kızın o hafta beni terk etmesiydi. Günlerce aynı cümleleri kurarak ev arkadaşımın resmen beyninin ırzına geçtim bencilce. Ah dostum! Nasıl da bunalttım kim bilir seni! Nasıl dokunduysam saklı derinliklerine farkında olmadan… Aklıma geldikçe kahrediyor beni sana ettiğim bilinçsiz eziyet. Hatırlıyorum -neden gider anlamıyorum nasıl terk eder beni- cümlesi yudumladığım şarapla beraber sürekli dilimde dönüp duruyordu. Yirmili yaşların başında bir kadına âşık olup terkedildiyseniz bu soruları yüzlerce kez sorsanız da hiçbir cevap mantıklı ve doğru gelmez size. Tam da öyle bir durumdaydım ve şartlar da haddinden fazla oluşmuştu benim için. Öyledir çünkü, yirmilerin başında hiç olmadığı kadar beladır aşk, bir karış kafanızın üstünde sallanan aklınıza. Sürekli aynı cümleleri kuruyorum Mehmet’e. Gece boyunca arada her şeyin aslında yolunda gittiğine ayrılması için bir sebep olmadığına dair cümleler kursam da o her zamanki gibi saatlerce sadece dinlemekle yetindi beni. Gerçi beklentim de bu yöndeydi ama ne olduysa oldu ağlamaya başladım ve gözlerimden akan yaş bir yolunu bulup Mehmet’in saklı odasına doğru aktı sanırım… Sanki yetmiş yılda bir görünen şu kuyruklu yıldızın durumu gibi biricik dostum sazı eline aldı ve yüreğindekilerin tellerine vurmaya başladı sözleriyle… Ben de diğer herkes gibi, sözcüklerinden mercan mavisi gözlerine çizdiği o büyülü yolda bulmuştum aniden kendimi. Hiç kıpırdamadan ayağa kalkıp sadece baktı önce. Gözlerimin belki de en milimetrik ücralarına bile dokunan bakışları resmen hesap soruyordu gözyaşlarımın kanallarına adeta. Sanırım artık şartlar onun için de oluşmuştu ve başladı;
-Terk etmek mi, gitmek mi? Sen gitmek nedir bilmiyorsun Barış? Bu mu gitmek? Senin gitti zannettiklerin sadece yaşamına dokunup en fazla çarpıp geçenler. Bu mu gitmek? Gidişiyle sende bir şey değiştirememiş insanlara gitti denmez. Gitmek, yaşama seni dahil eden ama yanında olmak istemediği için bırakanların meziyeti… Ben sana nasıl gidilirmiş söyleyeyim. Bir kadının uzaklaşırken beş yaşındaki bir çocuğun kulağından silinmeyen topuk sesleridir gitmek. Beş yaşındasın Barış beş! Anne dediğin bir kadın bir gece yarısı seni uykundan uyandırıp, hiç bilmediğin bir yere; yetimhane dedikleri bir binanın avlusuna bırakıp zile basıp öylece karanlığın arasında kaybolup giderse işte gitmek budur. Böyle gidilir gidilecekse… Günlerce, haftalarca beklersin ve dönen yoksa hakkı verilmiştir işte gitme kelimesinin. Biri senden aniden gitmiş, senden vazgeçmiş ve sen bunu anlamayacak kadar küçüksen uzun bir süre beklemeye mahkûmsundur. Her gün ağlayarak beklemeye hem de… Hep o sesi bekledim yetimhanenin bahçesinde biliyor musun? Beni bırakıp giderken kulaklarıma asılı bıraktığı ayakkabıların topuk seslerini… Caddeden geçen her kadının ayakkabısından yayılan o lanet topukların sesi, o ustaca gidenin topuk sesi gibi gelirdi bana. Tek istediğim o sesin o bahçe kapısından içeri benim için girmesiydi. Ama hiç birisi girmedi. Öylece geçip gittiler seslerini de yanlarında götürerek varlığımdan bile habersiz. O kadın beni resmen bırakıp gitmişti Barış. Bak gitmek budur işte! Çünkü dönmedi kimse beni bıraktığı yerden almaya… Madem benim gözyaşlarım gidenin dönmesi için bir sebep değildi ben de önce ağlamayı bıraktım çocuk aklımla. Zor olanı yani beklemeyi bırakmak ise bir yılımı aldı. O gün karar verdim işte. Tam altı yaşımda… Çocuktum henüz evet ama bedenimden ve yaşımdan çok büyük bir karar almıştım bile -gitmek kötü, asla gitmeyeceğim ben-
Ah benim kalışların ustası yegâne dostum! Yine yaşadım o yetmiş yılda bir görülebilecek geceyi. Neyse ki bu kez gözyaşlarım incitemez seni ve sana söz; yarın buluştuğumuzda da, tıpkı o geceden sonraki günler olduğu gibi konuşulmayacak birinin ilk ve son kez senden o topuk sesleriyle gidişi…
(Yazan: @NurayDeri)