Ali Kemal fırtınalı bir günün akşamında, sahilde yürüyor, denizin sakin dalgalarını seyrediyordu. Şiddetli rüzgar yerini hafif bir melteme bırakmıştı.
Sık aralıklarla ellerini ceplerinden çıkartıp yüzüne vuran uzun saçlarını geriye atıyordu. Son zamanlarda her akşam vakti bu sahile gelmeye başlamıştı. Boydan boya yürüyüp sahili bitiriyor, sonra tekrar geriye dönüp yürüyordu. Bazen böylece saatlerini geçiriyordu.
Sık sık ayağına bir taş bağlayıp kendisini denize attığını hayal ederdi. Her gün bir anlığına da olsa bu fikri akıl süzgecinden geçirir, sonra bunun mantıklı bir fikir olmadığına kanaat getirir, farklı ölüm yöntemleri düşünmeye başlardı.
Tek çocuktu Ali Kemal. Annesi ve babası yıllar önce ayrılmış, bir deniz astsubayı olan babası kısa bir zaman önce kanserden vefat etmişti. Otoriter bir adamdı, araları pek yoktu fakat yine de ölümü Ali Kemal’i oldukça etkilemişti. Aslında onu etkileyen babasının ölmesi mi yoksa ölmeden önce çektiği acılar mı bundan emin olamıyordu. Belki de hiç tanımadığı bir insanın acılarına uzun süre şahit olsa ve sonunda da onu sebepsiz yere kendi elleriyle toprağa verse yine aynı duyguları hissedecekti.
Bir yıl kadar önce üniversiteden mezun olmuş, daha önce arkadaşlarıyla yaşadığı evde şimdi tek başına kalıyordu. Yılda bir kaç kez Balıkesir’de oturan annesini ziyaret ediyor, onun gönlünü ettikten sonra İstanbul’daki yalnız yaşantısına geri dönüyordu. Üniversite zamanlarında da çok sosyal olmamasına rağmen şimdiyle kıyaslandığında arkadaşlarıyla hoş vakit geçirdiği ender zamanları hatırlıyor, küçük bir özlem duyuyordu. Bir yandan da biliyordu ki o günlerde, o günlerden çok daha öncesinde o yine hayattan zevk almayan, başka bir alternatifi olmadığı için yaşayan bir insandı. Lise, üniversite derken bir şekilde vaktini geçirmiş, şimdi ise kendisini hayatın sıkıcı kollarına atmıştı. Bir insanı sevmek, arkadaşlık etmek nasıl duygulardı; düşünmeden yaşamak, hayattan bir parça zevk almak?
Ali Kemal denize doğru bir kaç adım atıp üzeri diğerlerine kıyasla daha engebesiz olan bir kayanın üzerine çöktü. Onunla birlikte bir kaç grup kayalıklarda oturuyor, kimisi şarkı söyleyip gitar çalıyor, kimisi çekirdek çitliyordu. Görebildiği kadarıyla bu küçük sahil şeridinde yalnız olan sadece kendisiydi ve kasıtlı olarak diğer gruplardan uzak bir yere oturmuştu.
Rüzgar şiddetini bir parça arttırırken dalgalar kayalıklara hızlıca vurup geri çekildi. Ali Kemal siyah paltosunun yünlü yakalarını yukarıya kaldırdı. Cebinden bir kaç günlük, ezilmiş bir sigara paketi çıkarttı. Bu esnada az ilerisine genç bir adam oturdu, oturur oturmaz da bir sigara yaktı. Kendisi de uzun bir uğraştan sonra sigarasını yaktı. Karanlık denize doğru derin bir duman bulutunu ciğerlerine çekti. Sonra yan tarafında oturan adama döndü. Onun da kendisi gibi uzun fakat sarıya çalan saçları vardı. Kirli bir sakal suratının büyük bölümünü kaplamıştı. O da bir şeylerden dertli gibi etrafına bakmadan denizin dalgalarını seyrediyordu. İnsan sıkıntılı olduğu zamanlarda tekrar eden şeyleri izlemeyi sever.
Ali Kemal önüne dönerken sigarasından derin bir nefes daha çekti.
“Sık gelir misin buraya?”
Ali Kemal şaşkınlıkla yanında oturan adama döndü. Ona baktığını fark ederek bir muhabbet açma gereği duymuş olmalıydı.
“Yok, gelmem” dedi ve tekrar önüne dönerek sigarasına sarıldı.
“Ben gelirim” dedi adam. Sesinde muhabbeti devam ettirmek isteyen bir tını vardı.
“Deniz insanı sakinleştirir.”
Ali Kemal cevap vermedi. Artık önüne döndüğünü düşünürken adam tekrar söze girdi;
“Buraya sık gelmem dedin ama ben seni daha önce de burada defalarca gördüm. Aklından bir şeyler geçiyor değil mi?”
“Ne gibi?” dedi Ali Kemal yüzünü dönmeden.
“İntihar etmek gibi.”
Yüzündeki şaşkınlığı gizlemeye gerek duymadan adama dönerek devam etmesini bekledi.
“Biliyorum çünkü çoğu zaman benim de aklımdan aynı şeyler geçiyor.”
“Çoğu insanın aklından aynı şey geçer” dedi Ali Kemal yapmacık bir tebessümle.
“Evet ama çoğu insan hayattan bunaldığı için ölümü düşler. Kredi borcunu ödeyemediği veya sevgilisinden ayrıldığı için. Ama bazı insanlar vardır ki onlar yaşama gayelerini kaybettiği için veya hiç bir zaman sahip olamadığı için ölümü seçerler. Benim için bu, diğerlerinden çok daha asil bir vazgeçiştir.”
Ali Kemal yüzündeki şaşkınlık ifadesini bir kat daha arttırdı. Sanki karşısında konuşan kendisiydi. O da uzun süren düşünce fırtınalarından sonra intihar ile ilgili bu kanaate varmıştı. Fakat aynı zamanda onu gerçekleştirecek cesareti de hiç bir zaman kendinde bulamamıştı.
Adam kayalıklarda sürünerek Ali Kemal’in yanına geldi. Elini uzattı;
“Hakan”
Ali Kemal kendisine uzanan eli sıktığında ömrünün sonuna kadar sürecek bir dostluğun ilk adımını attığının farkında değildi.
“Ali Kemal. Sana bir şey soracağım, düşüncelerin ilgimi çekti. Ben de çoğu zaman aynı şeyleri düşünür dururum. Peki hiç ölmeyi denedin mi?”
Hakan kafasını iki yana salladı.
“Ama bunu sürekli düşünüyorsun öyle mi?”
“Evet düşünüyorum. Aslına bakarsan senin de söylediğin gibi çoğu insan bunu düşünür fakat pek azının gerçekleştirecek cesareti vardır.”
Ali Kemal ezilmiş paketinden iki sigara çıkartıp birini gizemli dostuna uzattı.
“Belki de yaşamak daha fazla cesaret gerektiriyordur?”
“Belki de öyledir. Fakat hayattan vazgeçmekle insan sadece bulunduğu anı ve geçmişini terk etmiş olmaz. Aynı zamanda yaşamın karşısına çıkartabileceği şansları da elinin tersiyle itmiş olur. Şöyle düşün; intihar etmeye meyilli bir adam var, bir gün denk geliyor ve loto oynuyor. Sence bu adam lotonun sonucunu beklemeden intihar eder mi?”
“Sanırım etmez” dedi Ali Kemal. “Bu farklı bir bakış açısı ama doğru. Adam lotoyu beklerken sadece büyük bir paranın hayalini kurmuyor aynı zamanda bu bekleme süreciyle hayatına küçükte olsa bir anlam kazandırıyor.”
“Aynen öyle” dedi Hakan.
Kısa süreli bir sessizlik oldu. Ali Kemal çok uzun süre sonra ilk defa biriyle böyle bir sohbet ettiğini anımsadı. Sonra, insanın hiç tanımadığı ve bir daha görüşmeyeceği ihtimali olan biriyle daha rahat konuştuğunu fark etti.
“Anladığım kadarıyla çalışmıyorsun” dedi Hakan.
“Çok mu belli oluyor?”
“Evet, kendimden biliyorum. Peki uğraştığın bir şeyler yok mu?”
“Var aslında, günün belli bir kısmını yazarak geçiriyorum.”
“Ne gibi şeyler yazıyorsun?” Ses tonundan ilgili olduğu görünüyordu.
“Kısa öyküler, senaryolar, az biraz da şiir. Aslında aklıma ne gelirse onu yazıyorum.”
“Ben de bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Daha çok romana yönelmeye çalıştım fakat beni epey yordu.”
Ali Kemal o an kendisine yeni bir dost edindiğini anladı. Kendisi gibi düşünen, yazan bir insan… Onu karşısına Tanrı çıkarmış olmalıydı.
“Neyle ilgiliydi roman?”
“Bir çok şeyle ilgili aslında, biraz uzun hikaye.”
Saat gittikçe ilerliyordu. Rüzgar şiddetini arttırmıştı. Ali Kemal ayağa kalktı.
“Roman için bende bir şeyler düşündüm. Fakat odaklanmakta sorun yaşıyorum. Belki birlikte bir şeyler yazabiliriz?”
“Çok memnun olurum” dedi Hakan ayağa kalkmadan.
Ali Kemal, Hakan’la sözleştikten sonra oradan ayrıldı. Uzun bir tramvay yolculuğundan sonra evine vardığında saat gece yarısını geçmişti. Yorgundu fakat aynı zamanda mutluydu. Üniversiteden beri hiç arkadaşı olmamıştı. Eski arkadaşlarını da pek arayıp sormuyordu. İnsanlarla çoğu zaman anlaşamazdı. Ama Hakan her açıdan kendisine benziyordu. Yanında onunla birlikte yazacak, zaman zaman danışacağı birisi olduktan sonra ömrünün sonuna kadar yazabilirdi.
İlerleyen günlerde sözleştikleri gibi Hakan’la buluştular. Bir mekana oturup kahve içerken Ali Kemal projelerini açıkladı.
“Bir kitap yazmak istiyorum, ama uzun minvalli projelerde biraz konsantrasyon sorunu yaşıyorum.”
“Bende de aynı sıkıntılar var ve emin ol ki her yazar başlangıçta aynı sıkıntıları yaşamıştır. Nietzsche buna doğum sancısı der.”
“Evet, Nietzsche okur musun?
“Pek severim.”
“Bende öyle, belki kafa kafaya verirsek ortaya bir şeyler çıkartabiliriz.”
Hakan memnun görünüyordu. “Neden olmasın?”
Günler birbirini kovalıyor, Ali Kemal ve Hakan kah daktilo başında, kah ellerinde kağıt kalemle sabahın erken saatlerine kadar yazıyorlardı. Ali Kemal çoğu zaman yazdıklarını beğenmiyor sık sık kağıtları buruşturup atıyor, yenilerini kaleme alıyordu. Yine de atmosferden mutluydu. Hakan’a yanına taşınmasını teklif etmiş, o da bunu memnuniyetle kabul etmişti. Artık istedikleri her an yazabilirlerdi.
Bir gün Hakan, Ali Kemal’e yeni bir roman teklifi sundu.
“Bir cinayet romanı yazalım.”
Ali Kemal biraz düşündükten sonra cevap verdi.
“Olabilir, aklında bir şeyler var mı?”
“Aklımda bir şey yok, düşünmeden yazalım, kurgulamadan. Sanki seri katil bizmişiz gibi anlık kararlarla.”
Ali Kemal garip bir şekilde kalp atışlarının hızlandığını hissetti; bu roman daha başlamadan onu heyecanlandırmış olmalıydı.
“Başlayalım o zaman.”
O gece sabahın erken saatlerine kadar yazdılar. Ellerinde 60 sayfalık bir taslak oluşmuştu. İkisi de oldukça yorgun görünüyordu. Ali Kemal sigaranın ağzında bıraktığı acı tattan suratını buruşturup, sigarasını küllüğe bastı.
“Akşam devam ederiz” diyerek kalktı ve yatak odasına doğru yöneldi.
Hakan olduğu yerde oturmaya devam ediyordu. “Akşam görüşürüz.”
Ali Kemal üzerindeki kıyafetleri çıkartıp yere fırlattı. Nasıl olsa yıkanmaları gerekiyordu. Tatlı bir yorgunluk hissediyordu. Başında hafif bir ağrı vardı. Nabzı sanki ağır bir iş yapmış gibi saniyede iki defa atıyordu. Ne olursa olsun bu romanı bitireceğini hissediyordu. Kısa süre sonra uykuya daldı.
Güneş tam tepeye vurduğunda Ali Kemal deliksiz uykusundan büyük bir gürültüyle uyandı. Yatağında sıçradıktan sonra sesi anlamaya çalıştı bir süre. Birisi metal bir aksamla kapıyı dövüyordu sanki. Başı çatlayacak gibi ağrıyor, artarak devam eden gürültü kafasının içinde yankılanıyordu.
Kapıya yaklaşmak üzere yere adımını attığında bir çığlık atarak tekrar yatağa attı kendisini. Yatağının yanı başında parkenin üzerinde kanlı elbiseler ve bir bıçak duruyordu. Üstünü başını kontrol etti aceleyle. Kollarında ve parmak uçlarında kan lekeleri vardı. Kısa bir kontrolden sonra bunların kendi kanı olmadığını anladı; hiç bir yerinde kesik yoktu. Metal aksam son kez vurulduğunda kapı gürültüyle açıldı. İçeriye giren tam teçhizatlı özel harekat polisleri Ali Kemal’i yatağının üzerinden yere fırlatarak kelepçelediler. Ali Kemal korku içerisinde yalvarıyordu.
“Yemin ederim ben bir şey yapmadım! Yemin ederim! Yemin ederim!”
Evin her yanı arandıktan sonra polislerden ikisi koluna girip Ali Kemal’i sürüklemeye başladı. Bu esnada ellerinde delil torbalarıyla olay yeri inceleme ekibi kapıda göründü.
“Ben bir şey yapmadım yemin ederim!”
“Hakan! Hakan! Nerdesin Hakaaan!”
Ali Kemal koluna giren polislerden birine dönüp bir şey anlatmaya çalışırken diğeri kolunu bükerek onu eski pozisyonuna getiriyordu. Evden çıktıklarında karşı dairenin açık kapısına çaprazlama bantlanmış sarı renk olay yeri bantlarını gördü. Koridorda bölük pörçük kan izleri vardı.
Önde iki koluna girmiş polislerle ve arkalarındaki özel harekat ordusuyla birlikte hızlıca merdivenden inmeye başladılar. Kan izleri aşağıya doğru devam ediyordu.
3. kata geldiklerinde karşılıklı iki dairenin de kapısı aynı şekilde çaprazlama bantlanmıştı. Kan izlerinin arkasından bir alt kata doğru hızlıca devam ettiler. Ali Kemal gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. Bu bir kabus olmalıydı.
“Bakın yemin ederim ben bir şey yapmadım. Hakan’a sorun söyleyecektir, yalvarırım!”
2. kata geldiklerinde Ali Kemal kusmamak için kendisini zor tuttu. Koridorda bir kan banyosunun içinde yatan iki ceset vardı. Her yanı kesif bir kan kokusu kaplamıştı. Yüzleri tanınmaz halde olmasına rağmen Ali Kemal yıllardır gördüğü komşularını teşhis etmekte zorlanmadı.
1.kata geldiklerinde Ali Kemal çığlık atarak çaresiz bir şekilde polislerden kurtulmak için debelendi.
Kendi dairesi dışında apartmandaki tüm dairelerin kapısı sarı bantlarla kapatılmıştı. Her tarafta kan izleri vardı. Ali Kemal’in beynine onlarca farklı düşünce hücum ediyordu. Bu katliamı kim yapmıştı? Hakan neredeydi?
Binadan çıktıklarında sarı bantların arkasındaki kalabalığı gördü. Sanki o gelince kalabalık birden sessizliğe bürünmüştü. Gözlerinden nefret okunuyordu. Ali Kemal daha fazla kalabalığa bakamadı, kafasını yere eğdi. Polisler adımlarını hızlandırdıklarında kalabalıktan yuhalamalar yükselmeye başladı. Onlara suçsuzluğunu anlatmak istedi çaresizce Ali Kemal. Yanındaki iki polisle birlikte ekip arabasına bindiler. Önlerinde bir, arkalarında iki araçla birlikte kalabalığı yararak uzaklaştılar. Polisler neden hiç konuşmuyor, diye düşündü. Arabayı kullanan polis memuru dikiz aynasından ona mı yoksa arkadaki araçlara mı bakıyor bilemiyordu. Nasıl olsa suçsuz olduğum ortaya çıkacak diye düşündü. Ama o elbiselerin, bıçağın yanı başında ne işi vardı? Kanlı elbiseleri ayırt edememişti ama bıçak sanki ona mutfaktaki ekmek bıçağını andırıyordu. Yoksa bu işi Hakan mı yapmıştı? Ama nasıl olmuş da bütün gece boyunca tek bir ses, çığlık onu uykusundan uyandırmamıştı? Tanrım bana yardım et, diye geçirdi içinden.
ÜÇ AY SONRA
Kara bulutlar duvarlarla ve dikenli tellerle çevrilmiş eski fakat görkemli bir binanın üstünde toplanırken beyaz önlüklü üç kişi yatağa bağlanmış bir adamın etrafında toplanmış ellerindeki dosyalara bir şeyler yazıyordu.
“Paranoid şizofreni” dedi genç bir ses.
“Ne zamandan beri bu durumda?” diye sordu bir başkası.
“Üç aydır takip ediyoruz.”
“Nasıl bir tedavi uyguluyorsunuz?” diye sordu bir başka beyaz önlüklü kadın.
“Başından beri klozapin tedavisi uyguluyoruz, ancak Agranülositoz başlangıcı tespit ettiğimiz için tedaviyi kestik.”
“Bir süre takip edelim.”
Diğerleri başlarıyla onaylarken son notlarını alıp yataktan uzaklaştılar.
Yatağa bağlı olan hastanın seyrek sakalları biçimsizce uzamış, kısacık kesilmiş saçlarında beyazlar baş göstermeye başlamıştı. Hasta, hareketsiz bir şekilde tavanı seyrederken dudağının kenarından akan su, yanağından aşağıya sızarak yastığını ıslatıyordu.
Hasta bir kaç saat sonra ilaçların etkisinin geçmesiyle uykudan uyanmış gibi göz kapaklarını bir kaç kez kırpıştırdı. Sanki birisi açma düğmesine basarak onu harekete geçirmişti. Şaşkın bakışlarla etrafı inceledikten sonra yatakta doğrulmaya çalıştı. Aralıklarla iki tanesi göğsünden ve karnından, bir tanesi bacaklarından geçirilmiş olan kayışları o zaman fark etti. Bu kayışlar öylesine sıkılmıştı ki değil ayağa kalkmak, hareket etmekte bile güçlük çekiyordu. Öylece bir süre debelendikten sonra pes etti. Demir korkuluklu pencereye baktı. Ufukta batan güneşin zayıf bir parçası içeriye düşüyordu.
Sakin bir şekilde dışarıyı seyrederken birden bir şey görmüş gibi yan tarafındaki boş yatağa çevirdi kafasını:
“Hakan!” dedi sevinçle. “Hadi beni çöz de gidelim.”