Yüreğinin çırpınışlarına cevap yetiştiremiyordu. Ne yapsa ne ile uğraşsa dindiremiyordu. Aklından çıkmak istemiyordu bütün olanlar, kendisi artık unutmak istese bile. Baktığı her yer, gözüne ilişen her şey canlı tutuyordu. Hafızasını kaybedip kendisini bile tanımayası vardı. Öyle sızlatıyordu acısını yüreğinin çırpınışları.
İşte yine akşam olmak üzere, yine gün tamamlanmaya başlamıştı. Ilık ilkbahar akşamlarını bitmek bilmeyen bir günün ardından efsunlu geceler için seviyordu. Evinin balkonundan gökyüzüne yaptığı sonsuzluk yolculukları için seviyordu. Çünkü uzun hayat hikayesine ancak yıldızlar göz kırpıyordu…
Mutfağının penceresi caddeye bakıyordu. Beş metrelik duvarın üç metresini enine, iki metresini boyuna istila etmiş büyükçe bir pencereydi. Temizliği kolay olsun diye orta boylu bir insanın kolu yetişecek şekilde bölümlere ayırtmıştı penciye.. “Kolay açılsın, kolay temizlensin, şeffaf olmalı görüntü” diyordu her zaman. Çünkü akşam üzerleri pencerenin önüne karşılıklı yerleştirilmiş tek kişilik koltuklardan birine oturur, aralarındaki fiskos sehpasının üzerindeki menekşeleri uzun uzun sever, sonra da arkasına yaslanıp caddeden gelip geçenleri seyrederlerdi beraber.
Sevgili Nalan’ının zevkiydi bu köşe. Bordo-krem döşemeli, altın varak taçlı koltuklar, aralarında sarı-varak rengi örtülü oval fiskos sehpası, üzerinde rengarenk açmış menekşeler… Rengarenk deyince, menekşe deyince insanın aklına mor ve lila renkler gelse de bu menekşeler bordo ve sarı açıyordu Nalan’ın zevkine saygı duyarcasına.. “Osmanlı saraylarının fevkalade kokusunu duyuyorum” diyordu Nalan Sultan… “Ah Gönlümün Sultanı!” diye iç geçirdi. “Hani beraber çıkmıştık yola can yoldaşım, yolda bıraktın beni. Ahh sevgilim, bilirim hep benden önce eve girip beni karşılamak en sevdiğin işti. Şimdi de Cennetteki evimizde beklersin değil mi?” diye mırıldandı. Kalbi yine çırpınmaya başladı. Menekşeler de hissetti sanki. Sanki yanındaki koltukta Nalan’ı oturuyordu her zamanki gibi..
“Çay içer misin? Yeni demledim. Seversin bu saatte çay içmeyi. Bak radyoda programımız da başladı…” dediğini duyar gibi oldu. Ama yoktu işte. Yoktu. Gitmişti…
Yavaşça yerinden kalktı, kısık ateşte fısıltıyla radyoya eşlik eden çaydanlığa doğru bir baktı. Sessizce çayını doldururken sanki çaydanlık bile nazlanmıştı.. Radyonun sesini biraz daha açtı. Koltuğuna kuruldu. Bu defa karşısındaki koltuğa bakmadan, doğrudan pencereye yöneldi. Yolun ortasından geçen tramvay durağına gözü takıldı. Kocaman bir düğüm geldi boğazına oturdu.
Tramvayın kıvrak, seri bir hareketle duruşu, insanların önce binmek için itiş-kakışları, “sayın yolcularımız güvenliğiniz için lütfen sarı çizgilere yaklaşmayınız.!” anonslarının arasında kayboluyordu. Duraktaki hareketlilik, radyodan yayınlanan şarkıyla birden dondu sanki;
Bir garip yolcuyum hayat yolunda,
Yolunu kaybetmiş perişanım ben,
Mecnun misali gurbet ellerde,
Ümitsiz sevginin kurbanıyım ben.
Sanki kendisini anlatıyordu. Sanki deminden beri anlamlandıramadığı çırpınışların kelimelere dökülmüş halini dillendiriyordu..
Şarkının mısralarında gezindi. Gerçekten garip bir yolcu olduğunu fark etti. Tıpkı tramvay durağındakiler gibi… Bir itiş kakışla binmişti hayat tramvayına… Yolunu bulmaya çalışırken Nalanıyla karşılaşmıştı bir başka durakta. Mecnuna dönmüştü ve yola beraber devam etmeye karar vermişlerdi. Fakat sonra Nalan sarhoş bir yolcunun ters bir hareketiyle sarı çizgilere yaklaşmış ve… ve… ve… Hatırlamak istemiyordu ama unutamıyordu da “yardım edin” feryatlarını.. O mel’un kaza kırk yıllık yoldaşının cesedini raylara yapıştırmıştı. Tramvay tam belinden ezmişti. Vücudunun bir parçası rayların bu tarafında bir parçası diğer tarafında kalmıştı. Etrafa sıçrayan kanlar bir müddet kalmıştı. Sanki tramvay değil de eski hantal bir tren ezmişti nasıl olmuştuysa. Feci bir tren kazasıydı sanki. Ne fark ederdi ki ha tren, ha tramvay…
Gözleri doldu. Yüzünde derin bir hüzün belirdi. Göz pınarları berrak damlalarını, çoraklaşmış tarlaları andıran yanaklarına gönderivermişti. İşte gözyaşları da bir yolculuğa çıkmış, yanaklarının kıvrımlarında hızla ve heyecanla akıyor, minik bir tepeyi andıran çenesinin altında buluşuyor, hıçkırıklarının hareketlendirdiği göğsüne doğru süratle yol alıyordu…
“Ah vefalı yoldaşım! Bu yolculuğu sensiz nasıl tamamlayacağım? Bana öyle bir cümle söyle ki ey gönül, şu yolculuğun makul bir gerekçesi olsun, anlıyor musun? Makul gerekçe!!” Titrek elleriyle gözlerini sildi. Tekrar pencereye yöneldi. Bir kanadını açtı, ılık akşamüstü yelleri gözyaşlarının yüzündeki izini kurutuverdi. Tramvay durağındaki donmuş sahne tekrar canlandı. On dakikada bir duyulan anons tekrarlandı..”Sayın yolcularımız lütfen sarı çizgilere yaklaşmayınız..” Tramvay rayların üstünde ustaca kıvrılarak geldi, durağın önünde durdu; “tısss”. Duraktakiler telaşla, inmek isteyenlere fırsat vermeden doluşmaya çabaladı.. Tramvayın sesine karıştı Nalan’ın feryadı…
“Ah Nalan Hanım ahhh! Ah vah ettirip feryatlara boğdun beni Sultanım.” diyecek oldu. Derin bir iç çekti. Sehpanın üstüne koyduğu çayı hatırladı. Ilımıştı. Olsundu. Nalan Hanım çayı ılık içerdi her zaman. Çünkü okuma saatinde kendini bile unuturdu Nalan… Ilık çayından bir yudum aldı Nalanın hatırına. Elindeki kitabı usulca açtı. Dün kaldığı yerden devam edecekti. Bir yudum daha aldı, “Nalan’ım” diyecekken dudakları, gözleri de okuyacağı sayfayı kolaçan ediyordu. Besmelesini tamamlayamadan gözüne çarpan cümleyi okumaya başladı. Dehşete düşmüştü. İşte derdine derman bulmuş, hasretinin tesellisini okuyuvermişti. ”İşte sana makul bir gerekçe…” dedi usulca:
“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”
“Ey insan! Aklını başına al… Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir.”
Gözleri irileşti. Kalbi daha bir çırpınmaya başladı. Başını geriye yasladı, tramvay durağına bir daha baktı. Bir daha okudu aynı cümleleri… İyice soğumuş çayından bir yudum daha aldı. Derince bir nefeslenip bir kendine bir de yanındaki boş koltuğa baktı. Bordo-sarı döşemeli, altın taçlı, saray koltuğuna… Sehpanın üzerindeki menekşeler de meraklanmıştı. Radyo artık parazit yapıyor, “sayın yolcularımız, sarı çizgilere yaklaşmayınız!” anonsları uğultu gibi geliyordu.
Gençliğin hızlı kıvrılışları arasında güzel bir yolculuğa çıktıkları Nalanıyla ihtiyarlığın duraklarından birisinde ayrılıvermişlerdi, beklemedikleri bir zamanda. Kalan yolculuğunu yalnız tamamlayacaktı Hasan Bey; hangi durakta ineceğini bilemeden. Şu okudukları hem radyodaki şarkıyı bastırmış, hem de uzayan yolunu aydınlatmıştı. Tabii ya kim tramvayda sonsuza kadar kalmak isterdi ki? Elbet bir durakta inilmeliydi. Önemli olan ineceğin durağa hazırlıklı olmak, inerken emanet oturduğu tramvay koltuğunu yerinde bırakmak gerekiyordu. Önemli olan indikten sonra gideceği doğru adresi bulabilmekti…
“Hey gidi çılgın kadın! Yine beni karşılamak istedin değil mi? Bu yüzden önce indin durakta değil mi? Kim bilir ne güzelliklerle karşılayacaksın beni. İneceğim durağı sabırsızlıkla bekliyorum.” diye mırıldandı. Yüzüne belli belirsiz bir tebessüm yayıldı. Derin bir iç çekti ama bu defa huzurla… Bu defa gözyaşları müezzinin; “Hayye alel-felah” cümlelerine katıldı… Bilet kontrol vaktiydi. Elindeki kitabı usulca bıraktı menekşe saksısının yanına. Batmış olan güneşin kızıl ışıkları, bordo-sarı koltukların taçlarına vuruyordu. Işıltısı akşam durağını parlatıyordu… Karanlık artmaya başladığında hava serinlemiş, açık duran mutfak penceresinden içeriyi yokluyordu. Sesi biraz daha kısılmış radyo inleyen nağmeler sunmaya devam ediyordu. Son bir hamle ile secdeye kapanmış Hasan Bey kımıldamadan öylece duruyordu. Yıllardır taşıdığı yükü bir kenara indirmiş hamal rahatlığı vardı üzerinde. Ne kadar daha öylece kalacağı belli değildi ama yüzünü kaplayan tebessüm kalkmak istemediğini ele veriyordu.
“Sayın yolcularımız” anonsları artık duyulmuyordu…