Saatlerdir mantıklı bir şey yapmadığımın farkına varabilecek kadar mantıklıydım o an. Ve o an, ne kadar mantıklıydı bilmiyorum ama elimde telefon 4 yıldır görüşmediğim kızın birine mesaj atarken buldum kendimi. “Burçin merhaba. Kadıköy’deyim. Şu antikacılar sokağında birlikte içtiğimiz barda. Yalnız başıma çıkıp geldim. 5 saattir aralıksız içiyorum ve aklıma sen geldin. Evin hala buralardaysa alır mısın beni buradan? Çünkü 21:30 trenine binersem, 1 saat ve 40 dakika boyunca en iyi ihtimalle kusarım.”
Ardından bir bira daha söylüyorum. Yanında limon. Önce limonu sıkıyorum. İki de fıstık atıyorum bardağın içine ve sigaramdan henüz içime çektiğim için ucunda öylece duran kül parçasının bir kısmını, bardağın kenarına vurarak içine düşürüyorum biranın. Birayı daha da sertleştirdiğini söylerler ya da daha iyi kafa yaptığını, tam olarak hatırlamıyorum. Kül dağılıyor birada. Yalnızım. Yan masada 30’lu yaşlarını geçmiş adamlar ve kadınlar. Rock müzikten, hayattan, eski erkek ve kız arkadaşlarından bahsediyorlar ve “bu gece ne yapsak?” diyorlar. Ben yalnızım. Saat 9 buçuğa geliyor. Derken mesaj geldi:
“Çok mu kötü durumdasın?”
Cevap.
“Hiç bir sivrisineğin intiharına tanık oldun mu?”
8 dakikalık bir bekleyiş..
“Tamam, bekle orada geliyorum.”
Geliyor.
“Ne işin var burada? Niye geldin?”
“Sıkıldım sadece, farklı bir yerde içmek istedim. Bir de belki 30 yaşlarında iki hanım tarafından evlerine misafir edilebileceğim umuduyla.”
“Hala pisliksin.”
“Mümkün.”
“Bende mi kalacaksın?”
“Bu halde yapabilecek daha iyi bir şeyim yok.”
“Hadi kalkalım o zaman.”
“Biram bitsin kalkarız, sana da söyleyebilirim.”
“Yok kalsın.”
Cevap vermedim. İçmeye devam ettim. Kalktık sonra. Koca götlü bir hesap ödedim. Sadece bira içtim sanıyordum. Arada içtiğim tekila ve votkalardan haberim yoktu ve tabii ki bittikçe gelen ikram süslü çerezlerden. Saat 10 çeyrek. Pek fazla konuşmadan eve gittik. Güzeldi evi. Duvarlarda tablolar… Temiz.
“Ev arkadaşım da gelir birazdan.”
“Gelsin tabi.”
“Sakın aklından bir şey geçirme.”
“Denerim.”
“Off Üstün. Neden böylesin?”
“Sen neden böylesin?”
“Neyse. Ben üstümü falan değiştireceğim. Sen de takıl buralarda işte.”
“İçecek bir şey var mı?”
“Bira olması lazımdı dolapta.”
“Olur”
Dolaptan biramı aldım. Efes’ti ama olsundu. Soğuk olsun da fark etmez. Salona geçtim tekrar. Küçük bir kitaplığı vardı. Pek de içimi açmadı kitapları. Mimarlık zırvaları. Strüktür, yapı, denge, mekan, uyum falan. Olsun. Çok zaman geçmeden ve ben henüz sigaramı yakmaya yeltenmişken geldi içeri. Altında dizlerine kadar inen siyah, yanları kırmızı çizgili kısa bir şort, üstünde de sarı ve dar bir bluz. Göğüs uçlarından içine sütyen giymediği anlaşılabiliyordu ancak, bu kıyafet, sanki biraz anti-erotik’ti. Neyse, o da olsundu. Sigaramı yaktım. Camı açtım. Camın kenarına geçtim. Aynı anda o da koltuğa oturmuş sigara yakıyordu.
“Ee anlat bakalım, neler yapıyorsun?”
“Aynı.”
“Ne aynı? Kaç yıldır görüşmüyoruz.”
“Dört”
“Onu görüşmeden saymak anlamsız.”
“Belki de. Ee ne yapıyorsun?”
“Yazıyorum.”
“Ne yazıyosun?”
“Freelance ajanslarda metin yazarlığı yapıyorum. Onun dışında da öykü, şiir, deneme.. Birkaç yarım kalmış roman falan filan.”
“Para?”
“Bazen.”
“Kaç kitap bastın şu ana kadar?”
“Bir.”
“Okulu bitireli on yıl oldu ve bir kitap. Gayet başarılısın Üstün!” dedi ve alaycı bir kahkaha attı.
“Başarıyı kazanılan para ile ölçülebilecek bir değer olarak görmüyorum. Hem zaten, başarı üçüncü sırada.”
“Öyle mi, birinci sırada ne var?”
“Kadınlar.”
“İkinci?”
“Yazmak.”
“Bence okunmak da olmalı o sıralamada.”
“‘Ün, genellikle kötü kitle zevkinin bir sonucudur’ der Bukowski. Haliyle çok okunup herkes tarafından sevildiğinde ve anlaşıldığında, başarısızsındır aslında.”
“Kime göre?”
“Bana ve benim gibi düşünenlere göre”
“O zaman yazmaya ve okunmamaya devam diyorsun?”
“Muhtemelen.”
“Ee nasıl yaşıyorsun peki?”
“Senin gibi değil.”
“Nasıl yani?”
“Kadıköy’ün göbeğinde, içinde pahalı tabloları ve mobilya ve koltuk takımları olan bir evde oturmuyorum.”
“Nasıl bir evde oturuyorsun?”
“Hatırlamıyor musun?”
Sustu. Bir süre bana bakmadan sigarasını içmeye devam etti.
“İzmit’tesin yani hala?”
“Evet. kurtulamadım o boktan yerden ama geçimi İstanbul’a göre çok daha ucuz.”
“Haklısın tabi de alkole falan nasıl para ayırabiliyorsun peki, içmeden duramazsın sen?”
“Zaten o yüzden küçük pis ve bakımsız bir evde oturuyorum.”
“Barda verdiğin hesabı gördüm. Ben bile öyle bir hesap veremem çoğu zaman.”
“Bende çoğu zaman vermiyorum zaten. Zaman zaman dergilerden zaman zamanda şu metin yazarlığı işinden geliyor işte para”
“Düzenli bir gelirin yok yani?”
“Böyle şeylerin planını yapmam.”
“Üstün. Arada okuyorum seni. Blogdan falan. Romanı da alıp okumuştum hatta.”
“Saol. Desene iki lira soktun cebime”
“Satılan kitaplardan iki lira mı alıyorsun?”
“Evet. Yayıneviyle anlaşmamız öyle. Talep doğrultusunda baskı diye bir olay var. Satılan kitap başına onlar %80 ben %20. Ayda altı kitap satılırsa, -ki satılmıyor- sıradan bir gecenin bira masrafı karşılanıyor işte, tabi oturup evde içersem o da”
“Anlaşma kötüymüş.”
“E amatör yayıncılık. İlk kitabım. Normal. Kimsenin sikinde değilim.”
“Ve böyle devam edersen bence pek de olamayacaksın.”
“Belki de.”
“Çünkü Üstün, güzel değil yazdıkların. İnsana bir şey katmıyor. Bir mesaj vermiyor. Edebi açıdan desen zaten çok basit ve yalın. Hatta çoook basit ve yalın. Kadınlar, alkol, bok, kusmuk. İnsanlar bunu okumak istemez ve kusura bakma ama, özentisin.”
“Kime?”
“Bukowski’ye.”
“Haklı olabilirsin.”
“Belki de bu yüzden yayınlanmıyorsun düşündün mü hiç? Çünkü Bukowski zaten Bukowski olmuş bir kere. İnsanların ikincisine ihtiyacı yok. Hele taklidine hiç.”
“Taklitler orjinali yaşatır.”
“Orjinalin taklite ihtiyacı yoktur. Orjinal zaten kendisi yaşar.”
“John fante’ı bilir misin?”
“Hayır.”
“Bukowski’nin idolüdür. Onun gibi yazmak, onun gibi olmak ister ve sen bugün, Fante’ın adını duyabildiysen benden, bu, Bukowski’nin orjinali yaşatan taklitçiliğinden ve benimde, tırnak içinde “senin gözünde”, Bukowski’yi taklit ediyor olmamdan dolayıdır.”
Sustu. Cevap vermedi. Sigaram bitmişti. Camdan fırlattım. Camı kapadım. Biradan sağlam bir yudum aldım ve havaya kaldırdım şişeyi. Ve bağırdım: “AMA BEN BÜYÜKKK BİR YAZARIMM”
“Çok mütevazisin!”
“Fazla mütevazi olmak budalalıktır der Montaigne ve ben Montaigne’den bile büyük bir yazarım.”
Hafifçe sallanarak yanına kadar gidebildim Burçin’in. Koltuk iki kişilikti. Sağ tarafa oturdum. Ona döndüm.
“Ev arkadaşın ne zaman gelecek. Sevişmeye ihtiyacım var.”
“Üstün, bi siktirgit.”
“Neden?”
“Böyle konuşmaktan çekinmiyor musun?”
“Çekinmek için bir sebep göremiyorum.”
“Bence fazla bozmuşsun sen Bukowski’yle kafanı.”
“Belki de.”
***
Sonra.. Sonra uyandığımı hissettim. İnsan uyandığını hisseder mi yoksa uyanır mı öylece? Bilmiyorum, sonuçta uyanmıştım -büyük bir gürültüyle. Tren gürültüsü. Yaklaşık üç saniyelik bir ritimle kulağını parçalayan “takırtt” sesi. Yerde olduğumu fark ettim. İki vagonun arasında. Kapılar kapalı. Bir an kapılardan biri açık olsa dışarı doğru fırlar mıydım diye geçirdim kafamdan. Üstümde kurumuş kusmuk parçaları vardı ve kokusu. Kafamı kaldırdığım yer hala ıslaktı. Kusmuk. Kendimi zorlayarak ayağa kalktım. Başım çatlıyordu. Anlamsızdı. Bir saniye önce Burçin’le Bukowski’den bahsediyorduk. Fante’dan falan. Sonra strüktürü hatırladım. Yapı ve denge’yi. Anlam veremiyordum. Yoksa sızdım ve onlar da beni trene atıp kaçtılar mı? Ama son tren akşam 21:30’daydı ve saat… SAAT! 23.10. Tren yavaşlıyordu. O “takırt” sesinin ritmi azalmıştı. Ayaktaydım. Tabelayı gördüm. İZMİT. Anlam veremiyordum. Ama indim. Cebime baktım. 42 lira vardı. Taksiye bindim. 35 lira verdikten sonra evdeydim. Anlam veremiyordum. Burçin’i aramalıyım dedim. O bana olanları anlatırdı. Aradım. Ses. Şenay Gürler’di karşımda konuşan; “Aradığınız numara kullanılmamaktadır” diyordu. Anlam veremiyordum. Bir sigara yaktım. Bitiremeden yatmak istedim. Yatak odasına gittim. Üstümü çıkarttım. Yattım. Bir ayağımı yorganın dışına çıkardım. Başka türlü uyuyamam. Sonra telefonum çaldı. Numarayı bilmiyorum. Daha doğrusu telefon bilmiyordu. Neyse açtım.
“Alo” dedim
“Alo” dedi ağlamaklı bir kadın sesi ve devam etti “Üstün merhaba. Ben Burçin.”
“Burçin” dedim şaşkınca.
“İzmit’teyim. Sevgilimden ayrıldım. Şu barlar sokağında birlikte içtiğimiz bardayım. Param yok. Gidecek bir yerim yok. Aklıma bir tek sen geldin. Eğer hala buralardaysan beni almaya gelebilir misin?”
“Çok mu kötü durumdasın?”
“Hiç bir sivrisineğin intiharına tanık oldun mu?”
“Tamam. Bekle orada geliyorum.”
—
*Bu yazı ilk olarak 19.08.2011 tarihinde benideoku.net adresinde yayınlanmıştır.