Bir hikâyenin sonunu onu kurgulayan mı getirir yoksa karakterler mi seçer kendi kaderlerini? Bir karaktere yeteri kadar irade verilirse onun için yazılan sonu değiştirebilir mi? Merak ediyorum; hepimiz kendi hikâyelerimizin karakterleriysek bizim olduğunu düşündüğümüz iradelerimize ne kadar sahibiz?
Mesela, küçük bir deneme yapmak istesem, Bahar adında bir ana karakterim olurdu ve ona eşlik etmesi için Murat adında yakışıklı bir beyefendiyi görevlendirirdim. Onlara tutarlı karakter özellikleri verir ve yapacağım deneme için de bir tutam irade eklerdim. İşte karakterlerim hazır, geriye sadece onları tanıştırmak kaldı. Hadi başlayalım…
O gün Bahar, bir iş mülakatından çıkmış, evine doğru yürüyordu. Canı çok sıkkındı. Mülakat kötü geçmiş ve belki de bir daha eline hiç geçmeyecek büyük bir fırsatı kaçırmıştı. Deli gibi yağmur yağıyordu, üstelik şemsiyesi de yoktu. Ama yağmuru düşünecek halde değildi. Yürümeye devam etti.
Şemsiye almasını hatırlatmıştım hâlbuki evden çıkmadan önce. Beni takan kim? Neyse, devam edelim.
Yol üzerinde, oradan sürekli geçmesine rağmen, daha önce fark etmediği küçük bir kafe gördü. O kadar küçüktü ki içeriye sadece iki masa ve dört sandalye sığmıştı. Eve gidip ağlamak istiyordu aslında ama nedenini anlayamadığı bir refleksle aniden kafeye girdi.
Burada biraz müdahale etmiş olabilirim. Ama sonuçta her şey iyi bir amaç uğruna, öyle değil mi?
Kafenin cama yakın olan tarafı yılışık bir çift tarafından işgal edilmişti. Mecburen arkadaki masaya oturdu. Zaten bu hep böyledir; tek bir şey ters gittiğinde, diğer bütün terslikler de hayatları boyunca bu anı beklemişler gibi saldırırlar insanın üstüne. Belli ki, o gün şans ondan yana değildi.
Burada bir açıklama yapmak istiyorum; arka arkaya gelen tersliklerle hiçbir ilgim yok. Tamamen kendi negatif enerjisinden kaynaklanıyor.
Montunu sandalyenin arkasına astı ve boynundaki atkıyla ıslak saçlarını kuruladı. İçeriye girdiğinden beri burnuna gelen çikolatanın kokusu, bozulan sinirlerini biraz yatıştırmıştı. Nedendir bilinmez, çikolatayla pek arası olmadığı halde o anda kokusu çok hoşuna gitti ve garsonun da ısrarıyla bir fincan sıcak çikolata söyledi.
Karakter sıcak çikolatayı sevmese bile, yazar çok sevdiği için küçük bir ayrıcalık yapılmış olabilir. Bunda büyütülecek bir şey yok.
Sıcak çikolatası geldiğinde yılışık çifti görmemek için başını öteki tarafa çevirmiş, mülakatta yaptığı hataları düşünüyordu. Nasıl bu kadar aptalca konuşabilmişti? Durumu toparlamaya çalışırken, ortamı yumuşatmak için yaptığı ve kimseyi güldürmeyen o espriye ne demeliydi peki? Nefret ediyordu kendinden. Çikolatadan bir yudum aldı. Fena sayılmazdı ama yine de kahve söylemediğine pişman oldu.
Ne diyebilirim ki…
Bahar, düşünceleriyle kendini utanç bataklığının diplerine doğru sürüklerken birden kafenin kapısı açıldı ve içeriye baştan aşağı sırılsıklam olmuş, uzun pardösülü, genç bir adam girdi. İçeride oturabileceği boş bir masa olmadığından, kapının önünde ne yapacağını bilemeden birkaç saniye durdu. Camdan dışarı baktı. Ne yazık ki, o anda yağmur daha da hızlanmıştı.
Kim bilir, belki de yağmur hızlanmasaydı yer olmadığı için kafeden çıkmayı daha doğru bulacaktı beyefendi. Yağmur hızlanmalıydı…
Oturduğu yerden adamı izliyor, içinden bir ses, onu masaya davet etmesi gerektiğini söylediği halde bunu yapmıyordu Bahar. Zaten canı çok sıkkındı. Kimseyi çekecek durumda değildi. Aslında vicdanen de adamın kapıda öylece kalmasından rahatsız olmuş ama yine de davet etmemişti.
Biraz sinirlenmeye başlıyorum. Bu kadar inatçı olması benim hatam mı?
Beyefendi, beklediği daveti alamayınca, biraz da mecburiyetten, tek başına oturan hanımefendiye yaklaşarak boş olan sandalyeye oturmasının bir mahsuru olup olmadığını sordu. Bahar, eliyle oturabileceğini işaret ederken, yüz ifadesiyle tam tersini söylüyordu. Yine de oturdu beyefendi. Başka şansı yoktu.
Bahar, ilgisiz görünmeye çalışsa da göz ucuyla adamı inceliyordu. Islak, kumral saçlarını parmaklarıyla geriye doğru tarayan adamı izlerken, yüz hatlarının da bir hayli hoş olduğunu fark etmişti. Bir anda adam başını kaldırıp büyük yeşil gözleriyle ona doğru bakınca, yakalandığı için utandı. Adamın yüzünde ukala ama sevimli bir gülümseme belirdi.
“Çikolata mı içiyorsunuz?” dedi. “Ben de severim çikolatayı.”
“E-evet. Ben de çok severim.”
Çok severmiş… Yalancı…
Beyefendi, kendine çikolata sipariş verirken bir taraftan da bakışlarını yakaladığı hanımefendinin kendisiyle ilgilendiğini fark ettiğinden biraz rahatlamıştı. İlgisiz görünmeye çalışıyordu.
Sözüm meclisten dışarı tabii ama kendisiyle ilgilenildiğini fark eden erkek egosunun varlığını da inkâr edemeyiz.
Bahar, biraz önce yaptığı kabalıktan dolayı biraz utanmıştı. Sohbeti devam ettirmek istiyordu ama beyefendi çoktan telefonunu çıkarmış, çok mühim işler yapıyormuş gibi görünüyordu. Bu yüzden bir şey söylememeye karar verdi.
Atom parçalıyor herhalde beyefendi telefonuyla, çok mühim. Her ikisi de konuşmak isterken, işleri ne kadar zorlaştırıyorlar.
Garson, beyefendinin çikolata fincanını masaya bırakırken, beyefendi de karşısındaki hanımefendinin ilgisinin kaybolduğunu fark etti. Çikolatadan bir yudum aldı ve içindeki sese kulak vererek bir sohbet ortamı oluşturmaya çalıştı.
“Çikolata gerçekten de güzelmiş. Zevkinize güvenerek doğru bir karar vermişim.”
“Ah, evet. Meşhurmuş burada, ben de yeni öğrendim.”
“Murat ben, bu arada,” dedi elini uzatarak.
“Bahar.”
Arada sırada müdahale etmem gerekse de sonunda tanıştılar. Eğer ‘izin verirlerse’ büyük bir aşk doğacak aralarında.
Yaklaşık bir saat kadar sohbet ettiler. Bahar, yaşadığı bu kötü günün stresinden uzaklaşmış, kendi kara bulutlarının bir saatliğine de olsa dağılarak güneşe yer açtığını hissediyordu. Sohbet ilerledikçe, beyefendiye olan ilgisi de aynı hızla arttı.
Sonunda yağmur biraz hafifleyince, Murat özür dileyerek artık gitmesi gerektiğini söyledi. Bahar, onu tekrar göremeyecek olmanın düşüncesiyle biraz burulmuştu ama belli etmedi. Vedalaştılar. Tam kapıya doğru iki adım atmıştı ki aniden geri döndü Murat.
“Telefon numaranı vermeyi unuttun,” dedi muzip bir gülümsemeyle.
O da gülümsedi ve numarasını verdi. İlgisiz görünmeye çalışıyordu hala ama keyfi pek yerine gelmişti. Murat gittikten sonra on dakika daha bekleyip arkasından çıktı.
Tanıştılar ve aralarında bir etkileşim oluşturmayı da başardım sanırım. Bundan sonrasına müdahale etmeyeceğim. Birbirleri için yaratılmış olsalar da kendi tercihlerini kendileri yapmalılar. Çünkü bence, aşk bir tercihtir.
Aradan üç gün geçmişti ama Murat hala aramamıştı. Anlayamıyordu Bahar. Sohbet o kadar güzel geçmişti ki arayacağından hiç kuşku duymamıştı. Bu beklenti dolu üç gün içinde, içindeki heyecan ve mutluluk yerini yavaş yavaş endişe ve üzüntüye bıraktı. Kendini sorgulamaya başladı. Belki de kendisi güzel vakit geçirdiği için, Murat’ın da keyif aldığını varsaymıştı. Ama nasıl olurdu da bir taraf sıkılırken diğer taraf için çok keyifli olabilirdi bir sohbet? Belki de hepsi bir rüyaydı. Belki de öyle bir gün hiç yaşanmamış, Murat diye biriyle hiç tanışmamıştı.
Beşinci gün olduğunda umudunu iyice kaybetti ama aklından çıkaramıyordu Murat’ı. Aramaması egosunu da zedelemişti. Bu da üzüntüsünün yanında kızgın da hissetmesine neden oluyordu. Ayrıca, tam da beklediği gibi, o gün girdiği iş mülakatından da bir sonuç alamamıştı. Her şey üzerine geliyor gibiydi. Gözlerini yukarı dikerek kendi kendine yüksek sesle konuşmaya başladı;
“Neden yapıyorsun bunu? Neden hiçbir işim yolunda gitmiyor? İşi de alamadım. Murat da aramadı. Neden mutlu olmamı istemiyorsun?” dedi sitemli bir ses tonuyla.
Sanırım benimle konuşuyor. Birlikte olsunlar diye elimden geleni yaptım, gördünüz. Bunun sorumlusu ben miyim?
Murat, o küçük kafeden çıktığından beri Bahar’ı sık sık düşünüyordu. Onu aramak için doğru anın gelmesini bekliyordu. Hemen ararsa ilgisini çok fazla belli etmiş olacak, ipleri onun eline vermiş olacaktı. Hayır, bunu istemiyordu. Sabırsızlanıyordu aslında ama yine de biraz bekletmenin daha doğru olduğuna inanıyordu.
Bir hafta geçmişti ve artık zamanın geldiğini düşündü. Bahar’ın beklentisinin iyice arttığına ve aradığı anda çok heyecanlanacağına inandırmıştı kendini. Aramak yerine mesaj atmak daha yerinde olacaktı. Üzerinde uzun süre düşündüğü halde, alelade yazılmış gibi görünen bir mesaj yazdı.
“Merhaba, ben Murat. Kafede tanışmıştık geçenlerde. Hatırladın mı?
Gelecek cevabı beklerken kendisi de heyecanlıydı. Bahar’ın mesajı görünce oluşacak yüz ifadesini ve heyecanını getirdi gözünün önüne. Gurur duyuyordu kendisiyle.
Cevap hemen gelmedi. Sürekli telefonunu kontrol ediyordu. Hatırlamıyor olmasına imkân yoktu zaten ama nedense cevap biraz gecikmişti.
Beklediği cevap yaklaşık üç saat sonra geldi. Heyecanla açtı hemen. İlk birkaç dakika anlayamadı mesajı. Birkaç defa okuması gerekmişti. Sonra, Bahar’ın ne demek istediğini anlayınca, gerçek bir tokat gibi çarptı yüzüne.
“Hatırlayamadım, kusura bakmayın. İyi günler.”
Bahar, ilk günlerde yaşadığı buhranı atlatmış, Murat’ın aramayacağına artık iyice emin olmuş ve bunu kabullenmişti. Olabilirdi, herkes herkesten hoşlanmayabilirdi. Ama o gün beklemediği bir mesaj aldı ondan. Hafif bir tebessüm oluştu yüzünde. Ama mutluluk tebessümü değildi bu, acı bir tebessümdü. Murat’ın ne yapmaya çalıştığını anlamıştı.
Hemen cevap vermemeyi daha uygun buldu. Telefonda çıkan fotoğrafına küçümseyerek baktı. Bir süre sonra, onda da kendi fotoğrafı görünsün diye numarasını kaydetti ve cevap verdi. Hayat böyleydi işte; zamanını kaçıran her şey, değerini aynı ölçüde kaybediyordu.
İrade verdiğim karakterlerim, onlar için düşündüğüm sonu reddederek hayatlarına başka yollardan devam etmeyi tercih ettiler. Belki de birlikte çok mutlu olacakken kendi hatalarının bedelini ödediler. Belki de buna ‘bedel’ dememeliyiz. Her kişi kendi iradesiyle, içindeki istençle yaptığı kendi tercihleriyle, kendi hatalarıyla ve bunların sonuçlarıyla yaşar. ‘Yaşamak’ dediğimiz şey de tam olarak bu değil midir zaten?