Mehmet cırtcırtlı ayakkabılarını alelacele bağlayıp sokağa fırladı. Alaburs kesilmiş saçlarını yakıp geçen kavurucu güneş yüzünden, her şey sapsarı göründü gözüne. Kısık gözlerinin içerisine dolarak; eşyaların rengini değiştiren, onları kah soluklaştıran kah sapsarı sarartan güneşin altında, etrafını bir lahza kolaçan ettikten sonra, evlerinin önünden ta aşağıdaki çeşmeye kadar uzanan bayırdan aşağıya koşmaya başladı.
Arkadaşları çağıralı henüz birkaç dakika olmuştu. Nasıl olduysa, annesinden izin alabilmek için fazla uğraşmamıştı. “Oğlum çok sıcak, başına güneş geçiyor, gece ateşleniyosun” diyen annesini, şapkasını giyeceği, gölgeden ayrılmayacağı sözlerini vererek ikna etmeyi başarmıştı. Ama bu sözleri verirken bile kavurucu güneşin altında saatlerce top oynayacağını, boş sokaklarda aylak aylak boş beleş dolaşacağını, mahallenin köpeği çomarla kedilerin peşinden koşturacağını, aralık içinde olmasına rağmen gölgeden pek de nasibini alamamış kumlukta bilye oynayacağını, platonik aşkının evinin önündeki kaldırımda, güneşin kabağında saatlerce oturacağını ve hiç durmadan camlarına, balkonlarına kaçamak bakışlar atacağını, kız balkona çıktığında abartılı hareketlerle bağıra çağıra konuşacağını, güleceğini, işi büsbütün şova dökeceğini, aşağı cadde üzerinde bulunan; bakkalın karşısındaki deli kadının evinin oraya gideceğini ve bahçesindeki vişne ve armut ağaçlarına dalacağını, evlerinin önünden hiç ayrılmayacağına sözler vererek binbir güçlükle satın aldırdığı bisikletiyle bir iki saatlik uzaklıklara açılacağını, bir türlü cesaret edemedikleri aşağı mahallenin serserileriyle dövüşebilmek için, güneşe koyup ısıtarak yumuşattığı zincirden nunçaku yapmaya çalışacağını, mahallenin bakkalından alınan çamur gibi sakızın paylaşılması esnasında arkadaşının boynunu koluyla kıstırarak kavga edeceğini ve yine aynı arkadaşıyla çeşmenin başına gidip terli terli buz gibi su içerek, kafasını yıkayıp, yalağında nefes tutma yarışı yapacağını biliyordu.
Bayırın sonuna vardığında “At, at!”, “Bana ver!” diye bağırarak topun peşinden kendisine doğru koşan arkadaşlarını gördü. Topun üstüne bastı, ikisini de çalımlamaya çalıştı. Ama geçemedi. Böylelikle oyundaki yerini de hiç konuşmadan, tek kelime bile etmeden almış oldu.
Mahalledeki futbol oynamaya en müsait yer, platonik aşkının evinin hemen önüydü. Bu yüzden, burada oynamanın Mehmet için ayrı önemi vardı. Acaba diğer arkadaşları için de var mıydı? Onlar da Müge’dan hoşlanıyor olabilir miydi? Bu yeri bilerek mi seçiyorlardı? Gerçi Müge’nin kendisinin olduğunu biliyorlardı. Ama her konuşmalarında “Nesini sevicem lan onun. Güzel değilki, hem dişleri de yamuk” diyerek yalanlıyordu onları. “Keşke öyle yapmasaydım” diye düşünürken çocukça bir pişmanlık dalgası geçti aklından. Bir saniyede unutulacak, hiçbir şey olmamışçasına hemencik geçiverecek, büyüdüğünde çok özleyeceği pişmanlıklardan biriydi bu. Çünkü oyun çok önemliydi ve bu maçın telafisi yoktu. Şu anda ve her zaman en önemli şey buydu. Hayat ne kadar da basit ve güzeldi.
İki rakibini ardı ardına başarıyla çalımlayıp, takım arkadaşına pasını verdikten sonra balkona doğru baktı. Attığı gollerden sonra da böyle yapar, kız orada değilse perdenin arkasından kendisini izlediğini düşünürdü. Herhangi bir İskandinav ülkesinden fırlamış gibi görünen bembeyaz teni, renkli gözleri ve uzun boyuyla perdenin arkasında dikiliyor olmalıydı Müge. Çünkü henüz belli etmese de, O da Mehmet’i seviyordu. Ara sıra yakaladığı kaçamak bakışları, kız arkadaşlarıyla ona bakarak konuşmaları, gülüşmeleri, teneffüslerde Mehmet’in sınıfındaki kızları göreceğim bahanesiyle gelip gitmeleri, okula gidiş gelişlerinde aynı yolu kullanmaları hep bunu gösteriyordu. Bu görüşmelerde bir kez çantasını taşıma teklifi yapmayı düşünmüş, bir kez de teneffüste kızın sınıfına gidip, kimsenin olmadığı bir anda defterinin arasına gül yaprağı bırakmaya çalışmıştı Mehmet. Ama her ikisinde cesaretini toplayamamış, eli ayağına dolaşmış, girişimleri akim kalmıştı. Şu ana kadar sadece birkaç kez konuşmuştu Müge’yle. Birisinde kız ona “Nasılsın Mehmet” diyerek hatır sormuş, Mehmet, büyük bir insanla karşılaşınca yaptığı gibi “Teşekkür ederim, siz nasılsınız?” diye cevap vermişti. Sonra müthiş pişman olmuş, bunu telafi edeceği sabahın gelmesi için hemen uyumuş, ertesi gün bir teneffüste yan sınıftaki ondan silgi istemişti. “Hemen getir olur mu” diyerek verilen silgiyi eline alınca heyecanlanmış, dünyanın en değerli elmasını tutarcasına otuz saniye kadar taşımış, sonra hemen gerisingeri götürmüştü. Halbuki sınıfına kadar götürüp orada biraz koklamayı ve bir parçasını koparıp kendisine almayı hayal etmişti.
Rakip kalenin önünde, tam da üzerine gelen ortalardan birine kafayı vurup gol yapması gerekirken, bir anda tüm dünya ve içindeki her şey yavaşladı Mehmet için. Biliyordu, Müge balkona çıkmıştı. Ama onlara bakıp bakmadığını bilemiyordu. Zira o tarafa doğru dönüp bakamıyor, yalnızca kısa bir göz ilişmesiyle fark edebildiği varlığını hissediyordu. Ortalanan topa kafayı vuramayınca, arkadaşlarının bağırıp çağırmalarına kızarak “Ben oynamıyorum, yoruldum zaten” diyerek evden çıktığından beri ilk kez gölgelik kaldırıma oturdu. Mügelerin balkonuna hiç bakmadan ve uzun bir süre de bakamayacağını da bilerek mahcup bir şekilde maçı izlemeye başladı. Arkadaşlarının “Oğlum hadi oynasana, oyunu bozmasana, bir kişi eksik kaldı” diye bağırıp çağırmalarından kurtulmak için, evden çıkarken kapının eşiğine fırlattığı şapkasını almaya gittiğini söyleyerek arkadaşlarından ayrıldı. Tam balkonun altından geçerken ve sonrasında tüm sokak boyunca acaba baksam mı diye düşünerek yürüdü ama kırık dökük kaldırımları başı önünde geçip, köşeyi dönerek gözden kaydoldu. Kendisine kıza söylene giderken, eve gireceğini ve bütün gün çıkmayacağını düşündü.