BİTİK BİR HAYAT
2013, 5. yıl
Yıllardır içinde bulunduğu durumdan kurtulamayacağını hissetti.
Bunu hissetmekten öte biliyordu. Eve girdi.
Işığı açmadı. Işığı açarsa gerçeklerle yüzleşecek gibiydi. Pencereden dışarı baktı. Hava yağmurluydu ve kuvvetli bir rüzgâr vardı. Camı açtı ve soğuk havayı şöyle bir içine çekti.
Bir nebze olsun temiz hava girmişti ciğerlerine. Gözlerini kapattı, titredi bir an soğuktan. Ama bu ona garip bir haz verdi. Kentin ışıkları, yağmurun şakırtısı, diğer taraftan da karanlık… “Bu ortam hem çok sesli, hem de bir o kadar yalnız ve sessiz” diye düşündü. Birini hem çok sevmek, hem de nefret etmek gibi. Yan yanayken anlaşamamak, ama uzaktayken de kahredici bir özlem duymak gibi.
Son zamanlarda hayattan kopmuş olması, hayatındaki belirsizlik ve kararsızlıkları onu çok yormuştu. Buna tahammül edemiyordu. Bu hale gelmesine sebep olan şeylere lanet ediyordu.
Düşündü…
Yüzlerce kitabın olduğu odanın kapısını açtı. Keskin bir kağıt kokusu çalındı burnuna. ‘Ben de burada ölsem, bu kâğıtlar gibi kokar mıyım acaba’ diye düşündü. Sahi bir ölü nasıl kokardı? Rastgele bir kitap seçti ve okumaya başladı. Daha önce okumuştu ama, sayfalara tekrar göz gezdirdi. Satırlar arasında dolaşırken, altı çizilmiş dizelere takıldı gözü;
‘Ey benim şahım; hayatımı bağışladın ama
Karşılığında hikâyelerimi çaldın benden.
Oysa ben sadece hikâyelerde yaşayabilirdim.
Şimdi onlar tükendi ve benim hikâyem sona erdi.’
Hikâyeler, hikâyeler… “Benim hikâyem nerede başladı, nerede bitecek” diye düşündü. Acaba hikâyesi bittiğinde buna üzülecek, dert edinecek birileri var mıydı? Yoksa bu evde kokar mıydı? Günlerce, haftalarca, belki aylarca… Düşünceleri sayfaların arasında sağa sola savrulurken birden kapattı kitabı. “Hikâyelerin canı cehenneme” dedi. “Doğum kadar, ölüm de bir gerçeklik. İkisi arasında bir hikâye yaşıyoruz. İyi veya kötü. Uzun veya kısa. Payıma düşene razı olmalıyım artık” dedi, “alışmalıyım. Yapacak bir şey yok.”
“Hııh!” dedi, “yine geldi.” Bu karamsarlığına dayanamıyordu. Bu düşüncelerle yatağa yattığında saat gece yarısını geçiyordu. Ve son zamanlarda huzursuz bacak sendromu yaşıyordu. Doktora gitmeye niyeti yoktu. Ne olacaksa olsundu.
Uyudu…
Sabah uyandığında bir takım sesler geliyordu. Çocuk sesleri, eşinin hazırladığı mis gibi kahvaltı kokusu bütün evi sarmıştı. “Kalkmalıyım” dedi, “Tıraş olup, banyo yapmalıyım. Güzel kokmak lazım”. Kızları birazdan gelip, neşeyle odaya dalarlardı belki. Kızlarının biri 3, diğeri 5 yaşındaydı. Eşi de 40’ına yaklaşmıştı. Aralarında şakalaşırken, “Ben 40’ımdan sonra yaşımı donduracağım, bak görürsün” derdi, güzel eşi. Gerçekten de sadece kendisinin değil, iki kızının da yaşları donmuştu zaman tünelinde. Hiç büyüyemediler. Karısı 40’ını göremedi. “Ha gayret” dedi, yataktan doğruldu. Mutfağa baktı, kimse yoktu. Salon? Orası da boştu… Beyni yine oyun oynamıştı. Son zamanlarda bunu çok yaşıyordu. Sanki hiç uyanmıyordu. Hep rüyadaydı, hep bir bekleyişte… Hep bir takım sesler vardı kulaklarında. Ayırt edemediği sesler.
Ayağa kalkmışken bir fincan kahve hazırladı kendine. Özensizdi. Ardından bir sigara yaktı. Televizyonu açtı. Bilmem nerede bomba patlamış. Şurada olay olmuş, futbol taraftarları birbirine girmiş. Trafik kazasında şu kadar kişi ölmüş. Ölenlerin arasında altmış yaşında bir adam varmış. Altı aylık bir bebek de. “Neden” dedi, “Neden o bebek daha çok yaşayamadı?” Doğanın yasaları çok acımasızdı bazen. Haksızlıktı bu. Ya anası babası ne yapacaktı şimdi?
“Yazık, hayat hikâyesi çok kısa olmuş” diye düşündü. Hikâyesi kısa sürmüş insanlara üzülürdü.
‘Oofff’ diye bir ses çıkardı ister istemez. Kumandanın kırmızı düğmesine bastı. Kahvesini alıp camın önündeki koltuğa oturdu. Hava düne göre daha iyiydi sanki. “Biraz yürüyüşe çıkmalıyım” diye düşündü. Belki Kadıköy vapuruna binip, martılara simit atar, sonra da hırçın dalgalara bakabilirdi. Belki de o hırçın dalgaların arasında kaybolurdu, kim bilir…
Sıkıca giyindi. Eşinin son hediyesi olan, kendi elleriyle ördüğü siyah atkıyı boynuna doladı. Kokladı, “belki eşimin kokusu atkıya sinmiştir”, diye düşünerek. Gerçekten de hissetti o sihirli kokuyu. Böyle zamanlarda psikolojik midir bilinmez, ama o koku gerçekten de hissedilirdi. Zamanında o koku beynimize, duygularımıza işlenmişse eğer, yeri geldiğinde gün yüzüne çıkardı böyle.
Dört katlı apartmanın üçüncü katında oturuyordu. Dışarı çıktığında kapının önünde bir çiftle karşılaştı. Daha önce görmemişti onları. “Yeni taşındılar herhalde” diye düşündü. Birbirlerine selam verdiler.
Dik yokuştan aşağı doğru inmeye başladı. Dünkü yağmur gece boyunca devam etmişti. Yağmur sonrası kokuyu aldı. Epeyce ileride bir parka takıldı gözü. Çocukları getirirlerdi buraya. Orada eşiyle çay içip sohbet eder, her anne baba gibi göz ucuyla da çocukları kontrol ederlerdi. Küçük kız biraz nazlıydı, ama büyük kız annesine benziyordu. Ne garipti onlardan geriye sadece bu anıların kalması… O zamanlar böyle olacağını bilseydi, daha çok anı biriktirir, daha çok gezer, daha çok sever, daha çok fotoğraf çektirirdi. Yere dikilmiş gözlerini usulca kaldırıp, gökyüzüne baktı. Bir damla düştü gözbebeğine. Sanki birileri ona, “ağla be adam, ağla da rahatla artık” demeye çalışıyordu:
“Bak ne de yakıştı gözyaşı sana. Ağla da akıp gitsin derdin kederin.”
Su damlasını atkısına sildi. Çünkü bu ağlama fikri pek hoşuna gitmemişti. Yürümeye devam etti. Küçük bir oğlan çocuğu su birikintisinin içine girmiş, zıplıyor, zıpladıkça kıkırdayıp duruyordu. Etrafına sıçrattığı çamurlu sular o yana bu yana savrulurken anası geliverdi de, bastı kıçına tokadı veledin.
Dudağının yanında belli belirsiz bir gülümse oluştu. İskeleye az kalmıştı. Oldum olası sokak simidini severdi. Öyle süslü püslü simit evleri pek hoşuna gitmezdi. “Simidin doğasına aykırı” diye düşünürdü. İki simit aldı. Birini martılara, diğerini de “belki yerim” diye kendine. Eminönü iskelesine yaklaştığında saat 12:00’ydi. Vapur 12:15’te kalkacaktı. Biletini alıp beklemeye başladı. Etrafı seyretti. Vapur yaklaştığında, herkesten sonra bindi vapura, itiş kakış çekecek hali yoktu. Soğuğa rağmen, vapurun üst katında güzel bir yer buldu kendine. Martılar vapurun peşindeydi. Kendilerince bir yarıştaydılar sanki. “Bu kadar kötülüğün karamsarlığın içinde nasıl da bembeyazlar” diye geçirdi geçinden. Simitten bir parça kopardı, ağzına götürdü. Bir martılara, bir kendine. Ee, bu hayatta her zaman adil olmak gerekliydi, karşındaki kim olursa olsun! Yanından bir genç kızla, bir erkek geçti. Kız, çocuğun elini tutmuştu. Çocuk da pek bir çelimsiz miydi? Yaşları da pek gençti canım! Okuyorlar mıydı? İsimleri neydi? “Ah be adam” dedi, “Sana ne? Onlar senin farkında bile değil. İşine baksana sen. İşine bak!” Baksın da, işi neydi ki bu garip adamın?
Hıhhh! Yeni bir soru daha. “Soru yok” dedi içsesi: “Soru yok. Senin sorularından bıktım be adam. Hem adını bile bilmiyorum. Adın ne be adam senin? Bunu bilmeden tek bir sorunu bile cevaplamam. Dur bakayım, sana nasıl seslensem ‘Bay Garip’ nasıl? Uygun olur mu?”
“Adım, adım Ahmet…” Hafif bir fısıltıyla çıkmıştı dudaklarından bu üç kelime. Etrafa bakındı. “Ya biri duyduysa? İşte bu, o adam” derlerdi birbirlerine, sorgulayan, ayıplayan bakışlar fırlatırlardı. Korktu bir an. Etrafa tekrar baktı, kimse yoktu. Biraz rahatladı. İçsesini susturdu. Vapurun arkasında oluşan köpükleri seyretti. Vapur, Kadıköy iskelesine yaklaşmıştı. Herkesin inmesini bekledi. Sonra atladı o da, denizden karaya.
Turnikelerden geçti ve Kadıköy’e bıraktı kendini. Kadıköy’ün haberi yoktu ondan ama “O kim bilir her gün benim gibi kaç kişiye kucak açıyordur” diye geçirdi içinden.
Sanki hiç tanımadığı bir ülkeye gelmiş gibiydi. “Her geldiğimde bir şeyler değişiyor”’ dedi. Rotasını ne tarafa çevireceğini bilemedi. “İyisi mi şu köşede bir sigara içeyim” diye mırıldandı. Gelen geçen insanları seyretti. Onlar hakkında kafasında ufak hikâyecikler uydurduğunu fark etti. “Amma hayalperest adamsın” dedi içindeki ses. Bunu güzel karısı da söylerdi zaman zaman.
“Çok fazla hayalcisin Ahmetçiğim. Artık o uçarı gençler değiliz” derdi. “Karım her zaman haklıydı” diye onayladı, eşinin eskiden söylediklerini… Ahmet, eşinin düşüncelerine her zaman değer verir, onun konulara bakışına ve yorumlarına hayran olurdu.
Hafiften bir yağmur başlamıştı. Sigarasını çizmelerinin altında söndürdü, kötü hayaller gibi ezdi de ezdi izmariti. Kadıköy’ün, bu güzel semtin sokaklarında gezmeye başladı. Amacı ne yemek yemek, ne de bir şeyler içmekti. Öylesine, amaçsızca dolaşıyor, içindeki ses nereye derse o tarafa gidiyordu. Bira içip sohbet eden gençler, hararetli sohbetlere ve aşk dolu anlara şahitlik eden kafeler… Hepsi tıklım tıklımdı. Döndü, bir de kendine baktı. Ne kadar yalnızdı. Tam beş yıldır… Fakat kendisi bunu tercih etmişti. Deniz olduğundan mı bilinmez ama burasının ayrı bir esintisi vardı Pardösüsünün yakalarını biraz daha kaldırdı ve ellerini cebine soktu. Yürümeye devam etti. Arada bir su birikintisine basıyor, arada da üstünden atlıyordu. Bir an içinin daraldığını fark etti. Neden gelmişti ki buraya? Neden, neden? Bir dolu anıyı tekrar hatırlamak için mi?
Nafile, ne yaparsa yapsın, eskiyi geri getiremeyecekti. Sevgili eşiyle Moda’da ev tutacaklardı. Evlendiklerinde burada yaşamayı, çocuklarını burada büyütmeyi düşünürlerdi. Olmadı. Hiçbir zaman bunu gerçekleştiremediler. Ahmet eşinin çalışmasını pek istememiş, onun haber peşinde oradan oraya koşturmasına pek razı gelmemişti. Hatta arada bu yüzden tartıştıkları da oldu. Fakat çocuklara bakacak kimse de yoktu. Zaten Ahmet yetimdi. Eşinin de ailesi yıllar önce vefat etmiş, hikâye defterlerini biraz erken kapamışlardı. Sonra onlarda kendi ailelerini kurdu. Önce iki, sonra da dört kişilik bir aile olmuşlardı. ‘Neyse’ dedi içindeki ses. ‘Evine dön Ahmet evine’
Evime mi?
‘hııh ev de ne ev ama!’
Tabi içindeki ses yine dediğini yaptırdı. Zaten burada ne yapacaktı? İskeleye döndü. Vapuru beklemeye başladı. Vapura bindiğinde bu sefer dışarıda oturmadı. Biraz üşümüştü. İçerdeki kısımlardan birinde cam kenarı bir koltuk bulup oturdu. Kafasını cama yasladı. Gözlerini kapattı biraz.
06.05.2000
Yine bir Kadıköy gezmesinden dönerken vapurdan ineceği sıra aceleyle yanından geçen bir gen kızla çarpıştı. Önce önemsemedi. Fakat kızla bir an göz göze geldi.
‘Affedersiniz’ dedi kız. ‘Çok çok özür dilerim, biraz acelem vardı da.’
‘Buyurun’ dedi Ahmet. ‘Buyurun geçiniz lütfen.’ Genç kız kıvrak bir hareketle solladı Ahmet’i. Yoluna devam etti. Ama Ahmet edemedi. Mıh gibi çakılı kaldı oracıkta. Az önce gördüğüm o ela gözler gerçek miydi acaba? Kızın arkasından baktı. Oldukça uzaklaşmıştı. Uzun siyah saçları vardı. Kırmızı bir hırkası.
Koştu Ahmet, adımları birbirine çarparak koştu. Rüzgâr yüzünü dövüyordu. Yetişti. Kızın arkasından adımlarını takip ediyordu. Hisseti sanki kız. Birden döndü. Kaşlarını çattı önce, fakat kısa sürdü bu. Hemen gülümsedi. İşte o zaman gözleri parladı. Ve elini uzattı. ‘Merhaba, ben Nergis’ dedi. ‘Tanıştığıma memnun oldum.’ Tam Ahmet de elini uzatacaktı ki… Bir el omzuna dokundu.
11.01.2013
‘Alooo. Hemşerim kalk yahu, kalksana be adam’
Ahmet gözünü açtığında etrafında kimse kalmamıştı. Bir tek vapurda çalışan bir genç Ahmet’i omzundan dürtüp duruyordu. Demek uyuyakalmıştı. Hiçbir şey demeden kalktı. Arkasında bile bakmadan indi vapurdan. Evinin yolunu tuttu. Bakkalın önünden geçerken, bir kutu süt aldı. Sokaktaki kedilere verecekti. Yazık hayvanlara bakan eden yoktu. Bari onlar yaşasındı. Apartmanın önüne geldiğinde garip bir huzursuzluk kaplamıştı içini. Anılar ona iyi gelmemişti. Düşüp yatmaktı tek derdi. Merdivenleri ağır ağır çıktı. Anahtarını kapı deliğine soktu. Üç kez çevirdi. Şak şak şak. İçeri girdiğine kapıyı tekrar kilitledi. Üstünü başını çıkardı hemen. Kirli sepetine attı. Sepetin kapağını açtığında kirli çamaşır kokusu çalındı burnuna. Artık yıkanma vakitleri gelmişti.
Suyu açtı. Tek huzur bulduğu yer burasıydı. Gözlerini kapattı, suyun her bir damlasının vücudundan akışını hissetti. Şakır şakır su seslerinin altında sıcak bir banyo yaptı. Bornozuyla birlikte uzandı yatağa. Saat akşam sekize geliyordu. Televizyon mu açsam, yoksa bir şeyler mi okusam diye düşündü. Tam o arada içindeki ses ‘Ahmet’ dedi. ‘Oğlum boşver bunları, uyu. Bu gece sana deliksiz ve oyunsuz bir uyku vaat ediyorum.’ Ki zaten Ahmet’in gözleri çoktan kapanmıştı bile.
Rüyalarını arka fonunda Neşet Ertaş’tan türküler çalıyordu;
Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?
Ben de gülemedim yalan dünyada.
Sen beni görünce mutlu mu sandın?
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Ah yalan dünyada. Yalandan yüzüme gülen dünyada.
Böylece Ahmetle Nergisin hikayesi başlamıştı. Ahmet o gün sadece ‘merhaba bende Ahmet’ diyebilmişti. Bir süre hiç konuşmadan yan yana yürümüştü. Kız birden dönüp, ‘İlk görüşte aşka inanmam’ demişti. Ahmet daha cevap veremeden, ‘Gitmeliyim, annem merak eder’ demiş ve hızlı adımlarla uzaklaşmıştı. Ahmet o gece eve gittiğinde hep onu düşünmüştü. Onu nasıl bulacaktı? Bir daha görebilecek miydi? Acaba iskelede beklese onu görür müydü? Kafasında deli sorular vardı. Bu düşenceler kafasında dönerken, birden aklına kızın elinde gördüğü dosya aklına geldi. Üstünde ‘Marmara Üniversitesi’ yazıyordu. ‘Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi. Nergis Ünsal. Evet, evet. Tam olarak böyle olmalıydı. İlk fırsatta gidecekti. O kızda Ahmet’i çeken bir şeyler vardı ve bunu adı aşk’tı.
Ahmet o sabah uyandığında kendini Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi hissetti. Tavanda mor örümcekler dolaşıyor, ağları Ahmet’in boynuna dolaşıyordu sanki. Elini boynuna attı. Parmaklarını bir şeyler ararcasına dolaştırdı. Örümceklerden sonra mor tavşanlar sardı odayı. Bir tanesi Ahmet’in ayaklarını kemirmeye başladı. Bir diğeri de kulaklarını yalıyordu. İyi niyet tavşanı değildi bunlar. Yoksa onun evinde ne işleri vardı. Beladan başka bir şey gelmezdi onun başına.
‘Allahım’ dedi, ‘Bana ne oluyor?’ Gözlerinin önünde sarı sarı benekler bir yanıyor, bir sönüyordu. Sarı benekler birden kapkara halkalara dönüşüyordu.
Bu sabah her sabahkinden daha kötüydü. Gece deliksiz bir uyku çekmişti ama şimdi, durumu bir böcekten farksızdı. Bir süre daha öylece kaldı yatakta. Zor bela kalkmayı başardı. Çok terlemişti. Bir duş aldı ve üstüne kadife bir pantolon, mavi bir kazak giydi. Bir bardak kahve eşliğinde yine camın önünde oturdu, oturdu… Daha sonra dünden beri bir şey yemediğini fark etti. Mutfakta kim bilir ne zamandan kalma Acıbadem kurabiyesi buldu, biraz atıştırdı kahvenin yanında. Bugün hava durgundu. ‘Benim gibi’ dedi . Durgun ve karanlık. ‘Fazla karanlıksın Ahmet’ dedi içindeki ses.
‘Bugün ne yapmak istersin adam?’
‘Hiç. Hiçbir şey.’
‘Yapma be adam, bugün en sevdiğin yemeği yapmaya ne dersin?’
‘Defol git başımdan, lütfen git. Yalnız kalmak istiyorum.’
Ahmet içindeki sesi bu sefer susturmuştu. Çalışma odasına girdi. Bu sefer bir kitap değil, bir ajanda seçti. Onun için oradaki onlarca kitaptan daha değerliydi. Bu ajanda bir anı defteriydi. Nergis üniversite yıllarında yaşadığı her şeyi buraya yazmıştı. Ahmet defalarca okuduğu o sayfayı tekrar açtı.
10.05.2000
Nergis.
Merhaba dostum,
Sana dostum diyorum, çünkü bunları anlatacak kimsem yok. Beni en iyi sen anlarsın. Keşke bana yanıt da verebilsen. Bundan birkaç gün önce vapurda bir çocuğa çarptım ve önce önemsemedim. Hatta ne yalan söyleyeyim yüzüne bile bakmamıştım. Arkamdan geldi. Tanıştık adı Ahmet’miş. Ben o günden beri onu düşünüyorum. Biliyor musun arkamdan koşması, adımlarımı takip etmesi… İlk defa böyle bir duygu hissediyorum. Sanıyorum ondan çok etkilendim. Ama onu bir daha görebilir miyim bilmiyorum? Tek isteğim onu tekrar görebilmek. Umarım, inşallah.
Ahmet’in gözleri doldu doldu, ama taşamadı. Aslında dolan gözleri değil kalbiydi. Ahmet ağlamazdı. Defteri kapattı. Saat öğleni geçmişti. Üstüne bir ağırlık çöktü. Gözkapaklarına küçük insancıklar oturmuştu. Direnemedi. Koltukta uyuyakaldı.
Rüyasında en yakın arkadaşına doğru koşuyordu. ‘Necdett, Necdettt bana yardım et. Ne olur Necdet.’
‘Seninle konuşmam lazım. Sana anlatacaklarım var.’ Ahmet yalvarırcasına sesleniyordu.
Uyandığında Necdet’i bulmaya karar verdi. Belki de İstanbul’a dönmüştü. Ona çok ihtiyacı vardı. Hemen telefon defterini karıştırmaya başladı. Üniversiteden ortak bir arkadaşları vardı. Yasemin. Geçen aylarda onunla yolda karşılaşmış ve Yasemin Ahmet’e cep numarasını vermişti. Ahmet de deftere kaydetmiş ama, pek de ihtiyaç duyacağını sanmamıştı. ‘Tam sırası’ dedi. Şimdi yapamazsam bir daha asla yapamam. Telefonu eline aldı ve okuduğu numaraları tek tek tuşladı.
Telefonun ucundaki ses;
‘Aloo’
‘Iıhh şey, Yaseminle mi görüşüyorum, ben Ahmet. Üniversiteden. Ahmet Gürsoy.
Telefonun ucundaki ses, kısa bir sessizliğin ardından;
‘Evet Ahmet tanıdım, aramana çok sevindim. Umarım iyisindir’
Ahmet heyecanla, ‘İyiyim, iyiyim’ dedi. ‘Senden bir şey rica edeceğim.’
Kısaca derdini anlattı. Necdet’i aradığını, İstanbul’a dönüp dönmediğini sordu. Telefonu var mıydı acaba yaseminde?
Yasemin; ‘Ah Ahmetçiğim Necdet döneli tam bir yıl oluyor. Seni neden aramadı bilmiyorum ama Almanya’da evlenmiş. Hani o âşık olduğu kızla. Çocukları da olmuş. Artık tamamen buraya yerleşti. Biliyorsun, yıllardır buraya hasret yaşadı. Eee kolay değil. Dile kolay. Üff seni de merakta bıraktım biliyorum, hadi hadi hemen yaz bakalım. Sana numarayı veriyorum. Sakın ihmal etme Ahmetçiğim, sakın.
Ahmet yaseminin söylediği numarayı özenle yazdı. Bir hata olmaması için defalarca tekrarladı ve nihayet telefonu kapattığında, uzun süredir hissetmediği duyguları hissetti. Necdet onun çocukluk ve gençlik yıllarının en samimi şeyiydi. En hakiki. Ahmet’in Necdet’ten başka ailesi yoktu çünkü. Derin bir nefes aldı ve numarayı çevirdi.
Telefon birkaç defa çaldıktan sonra bir çocuk sesi cıvıldadı.
‘Ayoo’
‘Aloo, ben Necdet’i aramıştım. Ama?
Ses kesildi. Ahmet durakladı. Acaba yanlış mı çevirmişti. Ardından o tok ses geldi.
‘Alo!
‘Alo Necdet’ ‘Ben Ahmet. Ahmet Gürsoy. Hatırladın mı?’
‘Ahmet! Oooo Ahmet gerçekten sen misin? Dostum sesini duymak çok güzel.’
‘Evet, numaranı Yasemin’den aldım. Seninle konuşmam lazım Necdet. Seni çok, çok özledim. Anlatacaklarım var sana. Bana gelebilir misin? Bu akşam.
‘Tabiki. Nerde oturuyorsun?.
Ahmet Necdet’e evinin adresini detaylarıyla anlattı. Ev telefonunu yazdırdı. Rakı içer miydi acaba? İçerdi, içerdi.
Ahmet uzun süre sonra ilk defa evinde birini ağırlayacaktı. Çok heyecanlı ve kaygılıydı. Ne de olsa yılların dostluğu vardı. Balık ve meze konusunda maharetlerini konuşturacaktı.
Üstüne montunu geçirdi. Balıkçının yolunu tuttu. Oradan da markete gitti.
Bir sürü şey aldı. Necdet’in hamsiyi çok sevdiğini bilirdi. Necdet Karadenizli olduğundan ona her balığı beğendirmek zordu.
Alışverişi bittikten sonra hızlı adımlarla eve döndü. Hamsi tava ve güzel mezeler hazırladı. Mısır ekmeği, patlıcan salatası, roka ve maydanoz salatası ve sıcak tahin helvası da aldı. Sofra hazırdı. Necdet birazdan gelirdi. Ahmet üstüne kumaş bir pantolon ve gömlek geçirdi. Biraz koku süründü.
Sanki yıllardır görüşmeyen iki sevgili buluşacaktı. Necdet de bu kadar heyecanlı mıydı acaba? Derken kapı çaldı.. Ahmet boğazını temizledi. Kapıya yöneldi.
İşte Necdet karşısındaydı. Dile kolay aradan 20 yıldan fazla geçmişti. Necdet’in saçlarına ak düşmüş, neşeli yüzü kırış kırış olmuştu. Uzaklarda yaşamış olmanın verdiği bir yalnızlık vardı halinde. Ama Karadenizlilere has o inadı hala duruyor gibiydi. Boyu biraz çökmüştü sanki. Üstünde siyah kaşe bir kaban vardı. Hala postala benzer bot giyiyordu.
İlk şaşkınlığını atan Ahmet ‘buyur’ dedi.
Necdet: ‘Merhaba’.
İçeri girdi.
Kısa bir an bakıştılar. Sonra kocaman kucaklaştılar. Yılların hasretliği yavaş yavaş çözülüyordu. Hem çok eski dost, hem de yeni tanışmış iki insan gibiydiler.
‘Oğlum Ahmet, sen hiç değişmemişsin’.
Acı acı gülümsedi Ahmet. ‘Değiştim, hem de çok değiştim.’ Ama hala o eski dostunum, bundan şüphen olmasın. Birden neşelendi Ahmet, ‘yahu niye burada dikiliyoruz’
Necdet içerdeki balık kokusunu aldı. ‘Umarım güzel yapmışsındır, yoksa kırarım notunu’ dedi.
‘Aman aman, kafamı kırma da yine’
Bak sen, hala unutmamışsın ha küçükken kafanı kırdığımı.
Gülüştüler.
Kısa bir sessizlik oldu. İkisi de ne diyeceğini bilemedi.
Necdet ‘Evin güzelmiş’ dedi.
Masaya geçtiler. Ahmet 70’liği açtı. Buz getirdi. Karşılıklı oturup ilk yudumlarını aldılar. Necdet birden;
‘Ahmetçiğim hiç annenle babanı araştırdın mı’ diye sordu.
‘Hayır, gerek görmedim. Biliyorsun beklemediğim şeylerden korkarım, neyle karşılaşacağımı bilemedim. Sürprizleri sevmem.’
‘Hala yalnız mısın?’
‘Aslında değildim, ama…’
‘Ama? Bak Ahmetçiğim, seni dinlemek için geldim buraya, özlem gidermek için. Bugün, yarın, hatta günlerce seni dinleyebilirim. Beni daha sonra konuşuruz. Olur mu?
‘Olur. Ama biraz izin ver kendimi ve kelimeleri toparlayayım.’
Ahmet’in beyninde şimşekler çakıyor. Konuya nerden gireceğini bilemiyordu. Olanları ilk defa birine anlatıyor, bu da onun çözülmesi anlamına geliyordu. Sonrası onu korkutuyordu. Düşünceleri masadan uzaklaştı, tekrar döndüğünde Necdet meraklı gözlerle ona bakıyordu.
Ahmet bir süre sonra toparlandı. Kendisine şaşkınlıkla bakan Necdet’in gözleri dolmuştu.
Ahmet dedi ki;
Nergis’i biliyorsun. Çocukları da.
Hayır, bilmiyorum.
Doğru nereden bileceksin.
Ahmetçiğim halini hiç iyi görmedim.
Çünkü iyi değilim Necdet, değilim.
Tamam. Sakin ol. Yavaş yavaş anlat.
Nergis benim karımdı. Yani karım. Çocuklarımız. Defne ve Asya. Küçük yavrularım. Onlar bizim çocuklarımızdı. Hepsi benim yüzümden oldu Necdet.
Ne oldu senin yüzünden?
Nergis’le 2002 yılında evlendik. Görsen Necdet, sende çok severdin onu. Öyle sevgi doluydu ki… Tanışmamız bile tesadüftü. Her şey birden oldu, anlayamadım. Âşık olmuştum. Ama böyle olacağını bilemedim. Bilsem engel olurdum. Bile bile yapar mıydım bunu hı? Hiç gitmezdim oraya. Kendi ellerimle götürdüm. Bu ellerle Necdet.
Ahmet kocaman ellerini açmış sanki yabancı birinin ellerine bakar gibiydi. Elleri vücuduna sonradan eklenmiş gibiydi. Ellerinden nefret ediyordu.
Sonra ne oldu?
Sonra Nergisle dolu yıllar başladı. Birinci yılımızda Nergis’in anne ve babası vefat ettiler. Sonra Nergis buraya, benim yanıma taşındı. O da benim gibi yetim kalmıştı. Okullarımız bitmişti. Ben memurluk sınavlarını kazanmış, o da küçük bir gazetede çalışıyordu. Geçinip gidiyorduk. Derken 2002’de evlendik. Sade bir törenle. Birkaç dostumuz vardı sadece. O yıllardan beri burada oturuyoruz. Düşünsene gençliğim burada, ailem burada…
Necdet yavaş yavaş hikâyenin sonunu kestirmeye başlamıştı. Fakat nasıl ilerleyeceğini bilemiyordu.
Ahmet devam etti:
Bir yıl sonra Defne dünyaya geldi. Bana hiç benzemiyordu. Kararlılığı, kaşı gözü annesiydi. Çok inatçıydı fakat bir o kadar da kırılgan.
Nergis artık çalışmıyordu. Çocuğa bakacak kimse yoktu. Ne yalan söyleyeyim, bu benimde hoşuma gidiyordu. Ben biraz bencil bir insanım galiba. Bilirsin işte. Eve gelince kapı açılır, yemek hazırdır. Güler yüzle karşılayan bir eş. İnsan eve gelmek için can atıyor Necdet. Anlıyor musun?
Ahmet bak, eğer zorlanıyorsan devam etme ne dersin?
Yok yok hayır. Bir kere başladım. Artık durmak olmaz. Bu gece her şeyi anlatmalıyım. Sana. Ve kendime. İçten içe inkâr ettiğim ve kimsenin bilmesini istemediğim bu olayı artık anlatmalıyım. Kim bilir belki o zaman bir nebze olsun günahlarımdan arınırım. İçim rahatlar. Neyse..
O yıl memurlukta terfi almıştım. Maaşım da fena sayılmazdı. Nergisin de ısrarı ve desteğiyle bu evi aldık. İyi ki de almışız.
2005’te Asya dünyaya geldi. İki tane kızım olmuştu. Doğduğu günü hatırlıyorum da. Çok minikti Necdet. Çok daha fazla korumaya muhtaçtı sanki. O bana benziyordu. Kız babası olmak farklı bir duyguymuş derlerdi. Birbirinden güzel üç tane bayan. Çok şanslıydım. Normal bir yaşantımız vardı. Yani mutluyduk. Hepsinden öte huzurluyduk. İşten geldikten sonra akşam yürüyüşlere çıkıyor, ayda bir nergisi anne babasının mezarına götürüyordum. Bunu kendisi istiyordu çünkü. Bu arada ufak bir araba da almıştım. Nergis de artık çalışmaya başlamak istiyordu. Ama ben, çocuklar biraz daha büyüsün diyerek ona mani oluyordum. İçimden yaptığım pazarlığı bilse bana çok kızardı biliyor musun? ‘Evden oturmaktan sıkıldım’ derdi hep. Bir de Kadıköy’ü çok severdi. Çocukluğu ve üniversite yılları orada geçmişti. Bende onun sayesinde Kadıköylü olup çıkmıştım. Hıı bak ne diyeceğim, geçenlerde şöyle bir uğradım ama, eski tadı kalmamış be Necdet. Necdet? Necdettt?
Dinliyorum oğlum buradayım. Burnunun dibindeki adamı görmüyor musun? He balık da güzel olmuş bu arada.
Afiyet olsun. Devam edeyim. Yıllar geçiyordu. Yıl boyunca sakin ve mutlu bir yaşantımız oldu. Bu kadar sakinlik ve huzurda tuhafıma gitmiyor değildi. Bir şeyler çıkacak da bozulacak diye korkuyordum.
2008 yılına daireden arkadaşlarla birlikte girdik. Çok güzel bir yerdi. Yanımda Nergis de vardı. Nergis çok güzel bir kadındı Necdet. Bense ortalama bir adamdım. Bazen onun yüzüne bakar ve bana nasıl âşık oldu acaba diye düşünürdüm. Belki de ona gösterdiğim bu sonsuz sabır, sevgi ve bazı şeyleri alttan almalarım hep onun güzelliğinden, benim de ezikliğimdendi. Bazen çaktırmadan ona baskı kurmaya da çalıştığım olurdu ama kadınlardan bir şey gizlemek ne mümkün. Kaşlarını kaldırdı hemen. Ahmet! Derdi. Ben o zaman anlardım. Ahh ben ne anlatıyordum?
Yılbaşını.
Evet. 2008’in ilk aylarında terfi almıştım yine. Fakat iki çocuk ve yine arabayı yenilemem biraz sıkıntıya sokmuştu bütçemizi. Üstelik Nergis ‘Ahmetçiğim evde biraz değişiklik yapmak istiyorum’ diyordu.
O ara Nergis’e bir kitapevinden teklif gelmişti. Bu sefer ben onu cesaretlendirdim ve kaçırmaması gerektiğini söyledim. Artık Nergis de işe başlamıştı ve çok mutluydu. Onu böyle görmek beni de gururlandırıyordu. Çocukları da kreşe vermiştik. Erken çıkan çocukları da alıp eve geliyordu. Kısa sürede bir rutin oluşturmuştuk.
Ahmet müsaade istedi. Masadan kalktı. Biraz buz ve peynir getirdi. Pek içmemişti ama başı dönüyordu. Uzun süredir bu kadar konuşmamıştı.
Saatlerdir iç sesinden hiçbir belirti yoktu. ‘İyi, iyi’ dedi kendi kendine. Arkadaşımın yanında deli gibi gözükmek istemem. Necdet radyoyu açmıştı.
‘Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…’
Sevdikleri ve kaybettikleri için kadehlerini tokuşturdular.
Ahmet dedi ki:
2008 yılının Haziran ayıydı. Havalar iyice ısınmıştı. O gün işyerinde biraz problemli bir gün geçirmiştim. Fakat sinirlerim çok bozulmuştu. Eve gelmeden meyhaneye gidip, bir şeyler içtim. İçtim.. İçtim.. Eve geldiğimde Nergis beni o halde ilk defa gördüğü için biraz endişelendi. Ama iyiydim ben, yani öyle hatırlıyorum. Nergis şekersiz, sert bir kahve içirdi bana. Zehir gibi geldi. Ama içtim. Zaten Nergis zehir de verse içerdim. Biraz kendime geldim. İşyerinde sıkıntı olduğunu ama endişelenecek bir durum olmadığını anlattım. Nergis ‘Ahmet yarın çocukları denize götüreceğiz. Birkaç gün orada bir otelde kalacağız. Unutmadın değil mi? Söz vermiştin. Ama kendini kötü hissedersen gitmeyiz.’ dedi.
‘Yok yok, şimdi yatarım. Sabah erken çıkarız. Merak etme kocan sağlamdır’ dedim.
Karım öyle bir gülümsedi ki Necdet. Gökyüzündeki binlerce yıldız onun gözünde toplanmıştı sanki. Ben o akşam erkenden uyudum. Zaten hiç halim yoktu. Bir ara hayal meyal Nergisin yatağımıza gelip, usulca yanıma süzüldüğünü hatırlıyorum.
Sonra ne oldu peki? Gidebildiniz mi?
Bir dakika Necdet.
Ahmet’in gözü kararmıştı. Yine o mor tavşanlar, renkli halkalar yine o kahreden duyguları hissediyordu. Hissetmeyi bırak görüyordu sanki.
‘Duygular görülmez, duyguları ancak hissedersin Şapşal Ahmet’.
Bunu söyleyen iç sesiydi.
Bu sefer Ahmet’in normale dönüşü uzun sürdü. Necdet onu banyoya götürdü. Arkadaşını bu halde görmek onu kahretmişti. Ne yapacağını bilemiyordu. Elini yüzünü yıkamasına yardımcı oldu. Başını soğuk suya soktu. Salona döndüklerinde koltuklara geçtiler.
Ahmet dedi ki;
O sabah kızlarım erkenden kalkmış, evin içinde koşturuyorlardı. Nergis hiç üşenmemiş bir şeyler hazırlamış yolda yemek için. Börek, sandviç ve çocuklar için tatlı kurabiyeler. Kalkıp duşumu aldım ve hazırlandım. Fakat başım çok ağrıyordu. İçimde de bir sıkıntı vardı. İşyerinde yaşadığım sıkıntılara yordum. İşimi kaybetmek istemiyordum. Ben alışkın değilim tartışmalara, kavgalara. Sakin bir adamım ben, biliyorsun sende Necdet.
Sonra evden çıktık. Çocuklar arabanın arka koltuğunda kâh şakalaşıyor, kâh uyuyorlardı. Nergis de radyoda neşeli bir şeyler arıyordu. Bense başımdaki bu lanet ağrının geçmesi için dua ediyordum. 1 saatten fazladır yoldaydık. Bir ara kedinin biri aniden yolun ortasında beliriverdi.
Çocuklar ‘Baba kedi! Kedi var yolun ortasında’ diye bağırdılar. Ayağım frene gitti. Basıyordum. Eminim ayağım frendeydi. Ama etki etmiyordu. Araba hız kesmiyordu. O esnada dün meyhanede içerken tamirci İsmail abiyle konuşmalarımız aklıma geldi. İsmail abi yakın olduğum nadir insanlardan biriydi. Dün gece çok içtiğimden İsmail abi beni yalnız bırakmamış, eve kadar arabamla beni getirmişti. İnerken de ‘Ahmet yarın arabayı mutlaka getir. Frenlerde problem var galiba. Sakın böyle yola çıkma. Allah korusun çoluğun çocuğun var’ demişti.
İşte o an Necdet beyninden vurulmuşa döndü. Nasıl unuturdu bunu. Ben bu hatayı nasıl yaptım? Çığlık çığlığa direksiyonu dövüyordu.
‘Necdet! Allah belamı versin. Her gün bunu istedim. Ama olmadı, vermedi. Bak hala yaşıyorum. Nefes alıyorum hala.
Necdet buz kesilmişti.
Frene yüklendikçe kontrolümü kaybediyordum. Durduramadım. En son arabanın takla attığını hatırlıyorum. Bir ağaca çarpmışız.
Çok çaresiz hissediyordum o an. Düşünebiliyor musun halimi? Hala o sesler kulaklarımda.
Gözümü açtığımda hastanedeydim. Birkaç kırığım varmış. Boynumu oynatamıyordum. Onları sorduğumda ‘iyi’ dediler. Fakat bir gariplik vardı hissediyordum. Ertesi gün ısrarlarıma dayanamayan doktor acı gerçeği itiraf etti. Hayvanlar gibi bağırıyordum. Necdet, yattığım yerde kendimi parçalarcasına bağırıyordum. Ellerimle başıma vuruyordum. Oracıkta ölmek istedim. ‘Öldürün beni’ diye bağırıyordum. Sonra bir iğne yaptılar. Öyle bayılmış kalmışım.
Karımı ve kızlarımı toprağın altına gömdüm ben Necdet. Hem de kendi ellerimle. Nergis’in anne ve babasının yanına. En azından orada yalnız kalmasın diye. Bu ne demek bilemezsin. Berbat bir duygu. Hem de benim hatam yüzünden. Hatta Nergis bile söylemişti bunu bana. Uyarmıştı.
‘Araba’nın bakımını yaptır mutlaka’ demişti. Daha sonra işi gücü bıraktım. Çalışamıyordum çünkü. Nergis’in anne babasından kalan evi satıp, parayı bankaya yatırdım. Lazım geldikçe kullanıyorum. Her şeyden, herkesten uzakta burada yaşıyorum. Bir ara psikolojik tedavi gördüm. Ama onu da bıraktım. Çünkü iyileşmek istemiyorum. Unutmak, yaralarımın iyileşmesini istemiyorum. Benimle yaşasınlar istiyorum.
Böyle işte Necdet. Necdett? Necdettt? Nereye kayboldun?
Ahmet hızlı adımlarla evin içinde yürüyor. Her odanın kapısını açıp Necdet’e bakıyordu. Tuvalete bile baktı. Ama Necdet yoktu ki. Salona geri döndü. Yemekler masanın üstündeydi, peki Necdet nereye gitmişti? Başı dönmeye başladı yine. Dizlerinin üstüne yığıldı.
Yine o ses dedi ki;
‘Oğlum Ahmet, sabahtan beri seni izliyorum. Yemekler hazırladın, telefonla konuştun. Süslendin, püslendin. Bende birileri gelecek sandım. Ama sen hiç değişmeyeceksin. Kâh masada, kâh koltukta kendi kendine konuştun. Heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlattın. Sahi ne konuştun sen? Kime anlattın bunları hı? Necdet’e mi?
Evet.
Herşeyi ortaya döktün yani. Yediğin bütün haltları anlattın yani? Necdet nerede peki şuan?
Buradaydı ama…
Necdet burada hiç olmadı ki. Necdet öldü oğlum. Deminden beri kafanda kurup duruyorsun. Yok yurtdışındaymış da, seni görmeye gelmiş de..
Hani yıllar önce yine senin kullandığın bir araba. Daha evlenmemiştin hatırlıyor musun? Gençtin. Dut gibi sarhoştun. Çocuk genç yaşta senin yüzünden öldü. Sen o kazadan da kurtulmuştun. Şanslı adamsın vesselam.
Hayır hayır. Ölmedi. Buradaydı diyorum.
Ahmet kendini kurtar bu acıdan. Necdet’i de aileni de sen öldürdün. Sen. Sen. Sen!
Ahmet delirmiş gibiydi. Necdet ölmedi. Karım ve kızlarım da yaşıyor anladın mı gerizekalı seni? Git başımdan git.
Ahmet’in gözleri iyice kızarmıştı, gözbebekleri iyice büyüdü. Yaralı bir hayvan gibi bağırdıkça bağırdı. Ve uzun hıçkırıklar başladı. Hayır, yağmur yağmıyordu. Ahmet bağıra bağıra ağlıyordu. Gözyaşının tuzlu tadını tatmıştı artık, duramıyordu.
Ne kadar süre ağladığını bilmiyordu. Gözlerini açtığında perişan haldeydi. Masada duran kadehe takıldı gözü. Bir dikişte hepsini içti. Ardında üstüne paltosunu geçirdiği gibi sokağa çıktı. Birkaç sokak arkadaki araba kiralama firmasına gidip en eski arabayı istedi. Ücretini ödedi ve yola çıktı.
Aynı yoldan geçmek istiyordu. Olayı yaşandığı yere yaklaştıkça masmavi deniz gözüküyordu. Güneş ışınları denizi parlatıyordu. Hırçın dalgalar biraz sonra olacakların habercisi gibiydi. Ahmet gaza yüklendikçe yüklendi.
‘Arkadan bir ses ‘Babacığım yavaş git’ dedi. Ahmet duymadı. Gülmeye başlamıştı. Delirmiş gibiydi. Gibisinde öte delirmişti. Kahkahalar atıyordu. İyice kendinden geçmişti. Daha da yüklendi gaza. Artık direksiyonu kontrol edemiyordu. Kahkaha sesi ve çığlıkları havada düet yapıyordu. Araba taklalar atmaya başladı. En son bir ağaca çarparak durabildi. Araba ters yatmıştı. Arkadan dumanlar çıkmaya başladı. Ahmet’in kolu sol taraftaki camdan dışarı fırlamıştı. Sallanıyordu. Boş ve durmaya yakın bir salıncak gibi. Öne ve arkaya doğru. Ve Ahmet’in başı sağ omzuna hafifçe düştü. Ardından araç infilak etti. Ahmet sonsuz mutluluğa işte şimdi kavuşmuştu.
Onu karşılayacak sesleri duyuyordu:
‘Baba denizde yüzmek zor mu?’
‘Baba bak, sana resim yaptım’
‘Ahmetçiğim hoşgeldin’
Hoşbulduk…
SON.