Kulağımda kulaklık. Duraktayım, otobüs bekliyorum. Kulağımda kulaklık. Turgut Uyar ‘Göğe Bakalım’ diyor. Kafamı kaldırıyorum. Göğe bakıyorum. Lacivert gecenin ortasında kirli beyaz dolunay. Otobüslerin geldiği yöne çeviriyorum kafamı. ‘Şimdi otobüs gelir, biner gideriz. Gitmeden önce göğe bakalım’ diyor bu kez, Turgut Uyar. Fakat ne otobüs geliyor ne de göğe bakıyoruz. Bakıyorum göğe. Buruk bir gülümseme. Hafif bir iç çekiş. Bir sitem sanki belki de ufak bir serzeniş; yokluğuna. Birinin beni izleme ihtimali geliyor aklıma. Belki hissettiklerimi hisseder diyorum şuradan birileri. Öyle olmasını istiyorum. Galiba buna ihtiyaç duyuyorum. Vaktin geçmesi için hayal kuruyorum. Hayalim eksik kalıyor. Vakit geçmiyor. Hayalimin devamı gelmiyor. Zorluyorum, olmuyor. Bir şeyler, ne olduğunu bulamadığım bir şeyler engelliyor hayallerimi. Belki düşünceler, belki mesafeler belki de fazlaca benimsenmiş toplumsal kurallar. Başımı öne eğiyorum, ayaklarım aynı hizada değiller, yüzümde buruk bir gülümseme. Hayallerimde sınırlara yer yoktu benim ama şimdi gördün mü diyorum kendi kendime, hayallerim bile sınırları geçemiyor. Bana ne yaptın? Diyemiyorum. Susuyorum. Bilemiyorum. “Yeter ki gözlerime işaret etmesin, söylesin.” Geçen gün öylesine baktığım bir diziden öylesine söylenmiş bir söz. Nereden geldiyse aklıma? Anlaşılan üzerimde bıraktığı etki öylesine değil. Canım yanıyor, sebebini bilmediğim bir şekilde canım yanıyor. Bunalıyorum ve huzurlu olamıyorum.
Yollara çeviriyorum başımı. Karşıdan karşıya geçemeyenleri izliyorum. Görüş mesafemden kaybolana dek arabalara bakıyorum. Yavaşlatılmış bir film kesitindeymişçesine ağır ağır hareket ediyorum. Dalgın dalgın içimden düşünüyorum. Yaşamadığımız için bilmediğimiz o kadar farklı hayat var ki diyorum, görmüyor olmamız yok saymamız için yetiyor, hayret! Dakikalarca beklediğim otobüs duraklarında gelip geçen yüzlerce arabayı, yüzlerce simayı izlerken daha derinden hissediyorum varlığımla sadece bir noktadan ibaret olduğumu. Bir süre sonra her farklı simanın aslında o kadar da farklı olmadığını anlıyorum. Anlıyorum da birbirlerine bu kadar benzeyen insanların nasıl olur da birbirlerinden bu kadar habersiz yaşadıklarını hala idrak edemiyorum. Anlamaya çalıştığım şeyin her fırsatta sorguladığım “hayat” olduğunu fark edince bir kez daha gülümsüyorum. Acizliğime gülümsüyorum. Hani şu altında manalı bir ifade barındırdığımız gülümseyişimizden. Gülümseyişler. Gülümseyişler. Bazen kızdığımız için bazen de söyleyemediklerimizi sustuğumuz için yüzümüzde beliren o şey. Söyleyemediklerini sustuğu için gülümser mi insan?, demeyin. Gülümser. Böyle acı, acıdan bile daha acı bir gülümsemektir o. Söyleyemediklerimizin acısı. Sustuklarımızın sancısı. Sahi söyleseydik yine de gülümseyebilir miydik? Söylemekten ne kaybederdik? Söylemekten ne kaybederdik bilmiyorum ama söyleyemediklerimizden kaybettiklerimiz dayanılmaz bir hal alıyor. Biz söyleseydik de gülümserdik. Hani şu acı, acıdan bile daha acı gülümseyişlerden.