Gözlerimi açtığımda yine bir silüet belirdi zihnimde. Yine bir kadın. Bu seferki başkaydı ama. Her gün değişebilirdi aslında. Uzun zaman önce yüzünü gördüğüm bir hatundu bu. Dolgun dudakları, diri me…ri, olması gerektiği kadar sahip olduğu kalçaları vardı. Çıtır kelimesini yiyecekten çok kadınlar için kullandığım düşünülürse bunu söylemek yersiz sayılmayacaktı.
Eğitimi fena değildi. Yüz hatları rengi ve aynı zamanda giyim kuşam zevki onun sıradan insanlardan biraz daha farklı olduğu izlenimi uyandırıyordu bende. Kızın, anne ve babası iş olsun diye çocuk yapmamışlardı yani diğerleri gibi. Ve bu, onları milyonlarca aileden ayıran en temel özelliklerden biriydi. Herkes bir öğrenilmişlik gereği çocuk dünyaya getirirken onlar hayatımızı taçlandırıp daha çok mutlu olalım düşüncesindeydiler. Yaşlanınca beni bakacak insan lazım deyip doğurmuyorlardı yani. Bu tarz insanlar böyle düşününce çocukları da güzel oluyordu işte. Muhtemelen bu anne babanın da ebeveynleri öyle düşünmüştü.
Bu diri memeli hatunun da görevleri vardı ama. Doğa herkese tek ve farklı bir görev veriyordu diyebilseydim keşke. Herkesin yapması gerekenler önceden belirlenmişti ne yazık ki. Yemek yiyecek, tuvalete gidecek, arkadaş edinecek, onlarla arada bir buluşup konuşacak, fotoğraflar çekilecek, dedikodu yapacak, yakışıklı bir erkek gördüğünde saçlarıyla oynayacak, iyi bir ayakkabı satın aldığında testosteron hormonu tavan yapacak, yıllar sonra okulu bitirip evlenme zamanı geldiğinde ve doğru erkeği bulduğuna inandığında yeni yemek takımlarının ve nevresimlerin hayalini kuracak, sonra bir ev için planlar yapacak, çocuk doğuracak ve ona isim arayacak, yaşlanacak ve nihayetinde ölecekti. Anlaşılan pek de farklı bir tarafı yoktu. Büyükşehirde yaşayan her hatun gibi davranacaktı. Ama olsun. Yüz hatlarındaki farklılıkla karakterindeki ince çizgiler onu bir dizi sıradan insandan ayırmaya yetebilirdi.
Nasıl bakarsan öyle görürsün felsefesinden çok, doğrulardı bunlar. Onun da görevi böyleydi dünyada. Sonra annemlere gidiyorum diyecekti zengin kocasına. Kocası ise ” seni lüks otomobilimle bırakayım karıcığım ” deyip eşinin o narin kı…ı alttan ısıtmalı koltuğa oturtup konforlu bir yolculuk yapması için kapısını açacaktı. İkisinin yüzünde de nur olacaktı tabii. Öyle ucuz mahalle aralarındaki marketlerden de alışveriş yapmayacaklardı onlar. Aynı zamanda ucuz sebzelerle yapılmış ikinci sınıf bir sağlıklı reçete uyduruğuyla da beslenmeyeceklerdi. Hayat onlar için güzel şeyler planlamıştı bile. Tanrı karışmazdı bu işlere. Haksızın bir gün mahvolacağına dair düşünceyi sadece Mevlana taşırdı. Mevlana’nın sözleri mağdur insanların teselli ihtiyacını karşılama gereksiniminden kaynaklanıyordu. Rockefeller ailesi bunu da düşünmüştü. İnsanlar isyan etmeden gözlerinin önünde yükselenleri izleyecekler ve tanrılarına sığınıp hayallerinin gerçekleşmesini bekleyeceklerdi. Herkes öğüt verebilirdi ama insanlara efsanevi bir lider lazımdı. O da Mevlana ve benzerleriydi. Ajanlarıyla ülkelerin bağrına girip çıkan hatta onlardan normal bir ülke vatandaşı yaratıp bilgileri sızdıran bu ailenin örgütlenişi bizim kıytırık cemaatle elbette kıyaslanamazdı.
Bu satırları yazarken karşımdaki boş olan deri koltuğa güzel bir hatunun oturmak isteyeceği fikri gelmemişti. Tam kaptırmış yazmaya devam ediyordum ki güzelliğini ve zarafetini sergilemekten çekinmeyen hoş bir hanımefendi bana doğru geldi ve ” buraya oturabilir miyim ? ”dedi. ” Buyrun ” dedim. Hafif bir tebessümle kahvesini masama koydu ve
– ” Merhaba ” dedi. ” Elif ben ”
– ” Merhaba, Özgür ” dedim.
Hoşsohbet olduğu hakkında kesin hükmümü vermiştim. Kız güzeldi. Girişi de fena sayılmazdı.
– Çok memnun oldum .
Çok memnun oldum derken benim de sıradan bir zamparadan ne farkım var diye geçirdim içimden. Hemen memnun olmuştum. Bir tane delikanlı çıkıp da başka bir şey söylemezdi. Söyleyen de aptal olurdu zaten. Güzel bir hatunu elinin tersiyle itmek anormaldi. Lubunyalar bile bunu yapmazdı. Ama sıradan kelimelerden ve klişe hitap şekillerinden nefret ederdim. Ellerine sağlık en büyük yalandı. Günaydın, iyi akşamlar ve kendine iyi bak sözleri tam bir düzmeceydi. Kimse söylerken anlamını düşünmezdi. Dayatılan kelimelerle hayatını sürdüren ahmak insanlardan oluşuyordu dünya. Doğallıktan eser yoktu. Kalıplar belirlenmişti. Uyulması gereken kurallar vardı. Kimse kı…nı açıp gezemezdi. Bu olmasa da olur sanki. Güzel kadınlara hayır demem aslında. Bilemiyorum.
-” Ben de memnun oldum ” dedi.
Kahvesinden bir yudum alırken onu izlemeye başladım. Çantasını açıp bakımlı parmaklarıyla yarım kaldığı kitabını çıkardı. Harikaydı. Hatun tabii ki. Siyah çoraplarının üzerine giydiği mini eteği onu daha az seksi yapmıyordu. Küçük bir yüzü vardı. Saçları şampuan reklamlarındaki kadınların saçları gibiydi. Dalgalı ve dolgun. Gözlerinde hafif bir makyaj, boynunda asılan naçizane bir altın kolyesi vardı. Her şeyi narindi. Zayıf ve inceydi. Bakışlarındaki sadelik beni öldürebilirdi. Hele saçlarını kabartıp kabartıp geri atışı yok mu. Kadınım diye haykırıyordu adeta.
Çiçekli bluzuyla siyah minisini kombinlerken aynada kendine baktığını düşündüm. Kırmızı rujunu dudaklarına sürdükten sonra parmağının ucuyla kenarlarını silişine kadar gittim. Sütü fazla koyulan bir kahveyi andırıyordu ten rengi. Farklı olduğunu düşünüyordum. Etkilendiğime bakılırsa benim için öyleydi.
Ümraniye kaldırımlarında gezip çirkin bir görüntü oluşturan ve koca popolarıyla hayatı yavaşlatıp insanları strese sokan kadın görünümlü mahlukatlardan değildi. Gerçek kadın böyle olurdu işte. Bacak bacak üstüne attığındaki o endamı yazdırıyordu bana bunları. Klavyeyi örselemeye başlamıştım. Öyle ki, bir daktiloyla yazıyor olsaydım şu an onu başka bir masanın üzerinde bulabilirdim. Vuruyordum klavyeme. Vurdukça vuruyor, yüceldikçe yüceliyordum. Aradığım buydu işte. Bir ilham. Ama bu havadan değil karadan gelen bir ilham. Daha iyiydi. Daha somuttu. İçki içmeden gelen ilhamın somut olması her zaman daha iyiydi. Özgün ve gerçekçiydi.
Bunları yazdıktan sonra bir an için duraksadım. Fırsat vermiştim ona, ya da kendime fırsat tanımıştım.
– ” Biriyle yazışıyorsun galiba ” dedi.
– ” Birini yazıyorum ” dedim.
– ” Seni etkilemiş birine benziyor ” dedi
– ” Fazlasıyla ” dedim.
– ” Yazarsın yani ” dedi
– ” Yazarım ama yazar değilim ” dedim
Katmerli bir kahkaha attı saçlarını yana doğru yatırarak. Dudaklarını yaladı. Hani bir şey düşünüp söylemek için iki saniyeliğine gözlerinizi bir an için uzaklara çevirirsiniz de orada her ne varsa hiç bir şey görmezsiniz ya aynen o şekilde bir bakış attı dışarıya ve ardından bana çevirdi gözlerini tekrar.
– ” O nasıl oluyormuş ”
– ” Bak yavrum her yazı yazana yazar denmez. Birini ya da bir şeyleri yazıyor olan herkes yazar değildir. Yazar kime denir sana öğretecek değilim ama aç bak gazeteleri. Twitter’e bak. Her yerde yazar var. Ağzına sigarayı takıp şarap içen herkes kendini yazar zannediyor. Taksim’e git. Saçını uzatıp küpesini takan, eline de bir kaç solcu kitabı alan herkesin kendini solcu addetmesi ya da iki resim çizip sosyal medyada günlük hayatta kullanmadığımız kelimelerden oluşan bir cümle yazması ve bununla kendini ” farklı kafalarda ” diye tanımlaması diye bir saçmalık var. Yazarmış. Böyle bir soruyla bana ve gerçek yazarlara saygısızlık ediyorsun. Senin gibiler olmasa ticari kaygılarla yazılmış ve çok satanlar listesinde yer alan ” çok satılması istenen kitaplar ” da olmaz. Cahil sürüsü sizi. Uzun uzun baktım yüzüne bunları düşünerek.
Böyle demek istemiştim Elifçiğime ama o bunları hak etmiyordu. Benimle sohbet etmek istiyordu bebeğim sadece.
– ‘ Üşümüşsün ‘ diye karşılık verdim.
Utanır gibi baktı yüzüme. Sonra birden alevlendi bakışları. Kahverengi gözlerindeki ışıltıyı gördüm. Gözlerini dikmiş beni fena halde hapsetmişti. Kitabını, ayracı kaldığı sayfaya sıkıştırıp bir köşeye bıraktı. Bacağı uyuşmuş olmalıydı ki diğerini indirip öbür bacağını üstüne attı. Hayır uyuşamazdı. Vücut dilimi oku diyordu bana hareketleriyle. Kanı kaynıyordu. Zekalarımız akıp gidiyordu. Saniyede bin düşünceyle rekor kırıyordum. Teksas mariuhanası bile bu kadar düşündüremezdi insanı. Heyecan vardı. Ayrıca çişim gelmişti. Masanın üzerinde duran kalemimi alıp defterimin arasına koydum ve kapattım. Kahvemi iyi bir viski kadehi edasıyla kaldırdım ve sıkı bir yudum aldım. Güzel şeylerin olacağını hissediyordum.
– ” Hemen döneceğim dedim. ” Aşağıya tuvaletin olduğu kata indim.
Yerimde duramıyordum. Güzelliğine güzeldi. Sadeydi, harikuladeydi. İçi de güzel olacaktı. Bakışları ve gülüşü bana göz kırpmıştı bile. Sadece devam etmeliydim. Anlıksa anlık, ömürlükse ömürlüktü. Ne gelirse onu kabul edecektim. Kumar oynuyordum. Duvarlar hopluyordu tuvalette adeta. Gidip asıl konuya girecektim. Ne iş yapıyorsun, burada ne işin var, neden ben gibi sorularla üzerine mi çullansaydım acaba ? Yok, çok acemice olurdu. Fazla üzerine düşersem beni sallayabilirdi. O geldiyse o devam etmeliydi. Ben gereken cevapları verirdim. Dürüst olup ona yakınlaşabilirdim. Olağan gitmeliydi her şey. Kaçıp gidemezdim. Vefasız bir sürtük gibi davranamazdım. Ya oturamazsın demeliydim ya da oturduktan sonra devam etmeliydim. İkincisini yapmak insanlık görevimdi. Ben de istiyordum oysa ki. Hoşuma gitmişti. Yeni bir insan yeni bir hayat demekti. Umut demekti, aşk demekti, değişik duygular demekti. Nişantaşı hiç bu kadar güzel gelmemişti gözüme. Her şey bir anda değişmişti sanki. Hayat yeniden başlıyordu. Kahveyi sevgiyle dolduruyordu çalışanlar. Gazetesini daha sakin okuyordu insanlar. Kitaplar daha bir bilge yapıyordu insanı. Kalemler daha güzel yazacaktı bundan böyle hayatı.
Saçımı düzelttim. Değişik bakışlar fırlattım aynaya. Hangisini yaparsam daha çok etkilenirdi benden ? Şöyle baksam acaba. Hayır olmadı. Çok sert. Ya böyle. O da olmadı çok yılışık. Peki bu ? Bir boka yaramaz. Saçmalama lan dedim kendi kendime. Sonra dilimi çıkardım. Vılıvılıvılı dil attım sağa sola. Sevinç gösterisiydi bunlar. Bırakınca kendi düzeliyor diye suratımı değişik şekillere soktum. Toparlandım sonra. İştahım kaçmaya başlamadan yukarı çıkmaya karar verdim. Yaklaşık 3 dakika sürmüştü bütün bunlar. Merdivenleri büyük bir özgüvenle çıkıyordum. Her merdivende zirveye tırmanıyordum. Daha güçlüydüm. Daha kuvvetliydim. İnsanlar rutindi; ama sevgi damlamıştı üzerlerine. Herkes işini yapıyordu. Benimde yapmam gerekenler vardı. Çıkmaya devam ettim merdivenleri. Kendi kendime gülümsedim. Dişlerimin tamamından biraz azı sahnedeydi.
Merdivenler bittiğinde masama doğru yöneldim. Yürümeye başladım. Nobel almaya gidiyor gibi bir havaya bürünmüştüm. Salon alkıştan kopuyordu. En iyisini ben yazmıştım. Kafamı çevirdim. Dolaba içecek yerleştiren çalışan sanki tüm hayatımı biliyordu. ” Üzme kendini bak hayat güzelliklerle dolu ” der gibi baktı. Kolay gelsin güzel kardeşim der gibi ben de ona bir selam çaktım. Hayat böyleydi işte. Mutlu olduğunda her şey sana daha güzel geliyordu. Sinirliysen insanlar sinir bozucuydu. Mutluysan ne güzel varlıklardı onlar öyle. Yaşama damlıyordu adeta insan keyifliyken. Yerdeki çöpe bile sevgiyle bakabilirdin. Kim bilir hangi yaramazın işi diye geçirip alıp onu çöpe bile atabilirdin.
Her şey geçmişti aklımdan. Artık gerçeğe bürünme vakti gelmişti. Masamın önünde bir kolon vardı. Bu kolon masaya yaklaşmama rağmen görüş açımı olumsuz etkiliyordu. İlerledim. Kolondan sıyrılırken bir gülüş doldu ağzıma. Güldüm. İçimden gelerek. Sürpriz yapmak istercesine kafamı bir anda sola çevirdim. Ben geldim der gibi baktım. Baktım. Güldüm. Bakakaldım. Defterimi aldım. Dışarı çıkıp yürümeye başladım. Sokaklar aynıydı. Toz vardı havada. Ay, caddedeki insanlara değil, rezidanslardaki aşıkların camına damlıyordu yine.