İnsanlar başaklar gibidir; içleri boşken başları hep havada, içleri dolu iken hep aşağıda.
İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiştir. Her dakika ve her an bu imtihandan geçmektedir. Bu dünya da başıboş bırakılmamıştır. İnananlar için bu imtihanların neticesinde sonsuz bir mükâfat bahşedilmektedir. Rabbim bu güzelliklerin bahşedildiği kullarından olmayı nasip eyler, inşallah. Bu imtihanlardan biri de makamlardır. Taşımasını bilmeyene ateşten bir çemberdir. Bu yazımda makamlarının nasıl doldurulması yani bu makamlara kimlerin eşlik etmesi gerektiği hakkında şahsi görüşlerimi ifade edeceğim. Belki şahsi belki de olması gerekenin bu şekilde böyle olduğunu düşünebilirsiniz. Ama bence olmazsa olmazlardandır. Dolu makamların boş insanlara bırakılmaması.
İnsanoğlu birçoğu için makamlar vazgeçilmezler arasında yer almaktadır, olmazsa olmazıdır. Onların hayat damarıdır. Başka bir deyişle hayat kaynağı “makam koltuğu” dur.
Bu kitle makama erişir ama iş yapmaz, neden mi? Nedeni basit becerisi yoktur, yönetebilme yeteneği yoktur, idareciliği yoktur özetlemek gerekirse niteliği yoktur. Birileri tarafından makam ve mevkilere getirilip koltukları ve gücü işgal ederek vasat bir rol oynarlar. Makamların hakkını vermeyenlerin makamlarda oturduğunu, birilerinin sırtına basarak koltuklara yapışıp kaldıklarını görüyoruz. Bazı insanlarda vardır ki onlar yaptıkları her işi Allah rızası kazanmak için, millete hizmet olsun, devlet güçlü kalsın diye yapar. Bu insanlar ise o makamları hak edenlerdir. Olduğu makamın hakkını vermeyi en iyi Hz. Ömer (r.a.) yaşamış olduğu bir anıyı paylaşarak anlatılabilirim. Ancak o zaman sorumluluğumuzu idrak edebiliriz.
Soğuk bir Mekke gecesiydi ve hava iyice kararmıştı. Hz. Ömer (r.a.) gecenin geç saatinde sıcak yatağında uyumak yerine sokak sokak Mekke mahalleleri yapayalnız dolaşmayı tercih ederdi. Gezinirken her evin kapısı önünde bir müddet dikilir, içerisini dinlerdi. O an Eshâb-ı kiramın meşhurlarından tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde ve diğer ilimlerde büyük âlim olan İbn-i Abbas Hz. Ömer’ e rastlar.-İbn-i Abbas bir özelliği de bize sahabelerin içinde en çok sayıda hadis rivayet etmiş olmasıdır.-Hz. Ömer (r.a) sahabeye sokularak koluna girer. İşin yoksa beraber yürüyelim diye teklif etti; “hem sana yürürken niçin yalnız başıma gezintiye çıktığımı da anlatırım” der.
Evlerin kapılarında dikilip içerden bir ses geliyor mu, gelmiyor mu, diye dinleye dinleye sokak sokak dolaştılar. Hiçbir tarafta çıt sesi yoktu, herkes yarı ölüm halindeydi.
Şehir halkından herhangi birisinin bir derdi, bir sıkıntısı yüzünden uykusuz kalıp kalmadığını yakalamak istiyordu. Bu yüzden sokak köpeklerine kadar şehrin bütün canlıları sıcak yuvalarında uyurken Müslümanların reisi sıfatı ile Hz. Ömer (r.a.) onlara bekçilik ediyor; onların rahatı için uykuyu kendine haram ederek havaya aldırmadan sokak sokak dolaşırdı. Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşınca şehrin dışına çıktılar. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye içeriyi dinledikten sonra yolun en ucundaki bir çadıra sıra gelmişti. Diğerlerinde olduğu gibi bu çadırın kapısında da dikilerek içeriyi dinledi; birbirine karışmış durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu. Epeyce bir süre kapının önünde durup içeri dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selam vererek İbn-i Abbas ile beraber içeriye girerler. Durmadan ağlayan çocuklara baktılar ve çocukların gözleri ağlamaktan şişmiş; gözyaşları çocukların yüzünde süzülerek yere düşüyordu. Ocağın başına oturmuş yaşlıca bir kadını gördüler. Yaşlı kadın ateşin üzerinde kaynayan tencereyi karıştırıyordu. Çok halsiz görünüyordu dizinin dibinde duran ufak yavruları susturmaya çalışıyordu. O ara Hz. Ömer’in (r.a.) selamına karşı gülümseyerek selamını aldı. Anlaşılan evine gelenin Halife olduğunu bilmiyordu. Gecenin karanlığında, o soğukta ve o vakitte şehir merkezinin dışında bir çadırın kapısını Halife’nin çalacağını kim akıl edebilirdi ki.
Hz. Ömer (r.a.) kadına tatlı bir dille şu soruyu sordu; “valide bu yavrular neden böyle gözyaşları durmadan ağlıyor?” Kadın üzülerek ve içini çekerek sıkıntıyı kısaca “iki günden beri açlar” diye cevapladı. Hz. Ömer (r.a.), “peki niye önlerine yemek koymuyorsun?” diye sorunca. Yaşlı kadının hıçkırıklar birden boğazına düğümlendi. Durmaksızın gözyaşları akmaya başladı. Ardından şu sözleri söyledi; “Oğlum sen tencerede kaynayanı yemek mi pişiyor diye bildin, ne arar… Tencerede çakıl taşları var onları kaynatıyorum, Yavruları avutabilmek için böyle bir şey yapıyorum. Pişirecek hiçbir şeyimiz yok. Bu yavrular benim yetim torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir savaşta şehit oldular. İşte bu yüzden aç ve perişan kaldık. Soylu bir aileden geliyorum. Varlık gördüm ve yokluk nedir hiç bilmedim. Kimseye gidip durumumu anlatmaya, el açıp bir şeyler istemeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar da böyle beklemekten başka çaremiz yok.”
Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken eriyen bir mum gibiydi, yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü keserek titrek bir sesle “valide, şehirde oturan Müslümanların emirine, Halife Ömer’e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?” diyebildi. O an gözyaşı döken kadının derin üzüntüsünün yerini öyle bir kin ve kızgınlık yer aldı ki. Ardından Halifeye şu sözleri dile getirdi. “Dilerim ki o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından ayrılmasın.” Hz. Ömer (r.a.) kelimeleri yutkunarak “Niçin Ömer’e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?” dedi. Kadın içinde sakladığı kızgınlığı dışarı çıkararak bu sözlerin cevabını hemen verdi: “Evladım! Ben bu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat uyuyabilir? O, Müslümanların reisi, baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah’a sonra da ona emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz? Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!” Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş gözleri dolmaya başlar, gözyaşlarını kadından saklayarak “valide haklısın, doğrusun; ama zavallı Halife’nin işi bir iki tane değil. Kim bilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı var mı ki? Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki, diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın aynı şiddette sözlerine devam etti. “Mademki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye Halife olmayı, Müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle geçersiz bir mazereti ben hiç dinler miyim? Zavallının işi çokmuş! İşi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor. Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanlarını yabancı topraklarda akıtarak kadınları çaresiz bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam, amcam, dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düştüler. Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp, aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Dertlerimize dert eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik? ” Tam bu sırada çocuklar aynı anda ağlaşmaya başladılar. Sanki anlaşmışlar gibiydi. Çocukların yürek sızlatan çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti: “Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. Tez elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin, yüce Mevla’mız.”
Hz. Ömer (r.a.) artık dayanamaz hale geldi, dolu dolu olan göz pınarlarından yaşlar gelmeye başladı. Artık orada oturamadı. Hemen yerinden doğrularak ayağa kalktı. Bitkin bir sesle “valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim” diyerek kapıya yaklaştı ve İbn-i Abbas ile oradan ayrıldılar. Dışarıya çıkınca ciğerlerine derin bir nefes çekti. Kelimelere dökülemeyecek kadar üzgün ve bir o kadarda bitkin haldeydi. Yol da yürürken ağızlarından tek bir kelime bile çıkmadı. Var gücünü kullanarak yol almaya çalışıyordu. İbn-i Abbas ona yetişmekte güçlük çekiyordu. Doğruca devlet hazinesine vardılar. Halife, bir un çuvalı aldı ve İbn-i Abbas’ ın eline de bir yağ kabı tutuşturdu. Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Evet, bu İslam Devletinin koca reisi un çuvalını sırtına almak üzere idi. Sahabe hemen yanına sokuldu; “aman ey Müminlerin emiri! Ne yapıyorsunuz dedi? İzin verin de çuvalı ben sırtıma alayım.” Hz Ömer (r.a.) hemen sözünü keserek belki bir saatten beri ilk defa ağzını açıp şu sözleri söyledi. “Hayır, ey İbn-i Abbas, sevgili dostum! Değil yorgunluktan yere yığılsam, ölsem bile bırak; yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküme yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilirim, fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse benim cezasımı paylaşmayacaktır. Yaşlı kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım.” Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer’den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer’dir. Bakımsızlık ve eski bir ev çökse vebali Ömer’in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer’i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer’in başına boşalır. Ömer her derdin devası, her dileğin büyük kapısı ve her lanetin ana hedefidir. Yüce Allah’ım aciz bir kul bu kadar ağır ve çeşitli sorumluluk yüklerinin altından nasıl kalkabilir? Ey Ömer, bu kadar yükün altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile…
Sahabe, sözünü bölüp bir parça kederini dindirmek istedi ve dedi ki; “O kadar da üzme kendini, ey Müminlerin emiri… Halifelik yükünü sen üzerine almasan kim bu vazifeyi senin kadar titizlikle yüklenebilirdi. Sen de bütün üstün meziyet ve kabiliyetlerine rağmen nihayet bir insansın. Her yerde vakit geçirmeden kendini gösteren ve yanılmaksızın kılı kırk yaran ilahi adalete ulaşamazsın. Kullara verilen bütün merhametler bir araya getirilerek temiz gönlüne dolsa bile bütün varlıkları kanatları altına alan yaygın ilahi esirgeyicilikle yarışamazsın.
Ey iyi yürekli Halife! Sen şüphesiz ki bir melek değilsin, ama adalet ve merhamet kervanının ön safındaki elinde bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adaletine kıyamet günü, hem yer hem gök hem de şu sırtındaki un çuvalı aynı zamanda da ben şahitlik edeceğiz. Şüphesiz ki en büyük şahidin de karanlık gecede kara taş üzerindeki siyah karıncaya kadar her şeyi bilen yüce Allah’ın bizzat kendisidir ne mutlu sana ki fani hayatını böylesine ölmez değerlerin sahibi olmak uğruna harcıyorsun. Ne mutlu biz Müslümanlara ki dünyanın başka milletlerini, padişah diye kan içen canavarlar idare ederken, senin gibi güzel yürekli ve ileri görüşlü bir reisin şanlı adalet bayrağı altında gölgelenmenin tükenmez zevkini tadıyor ve bütün dünyaya karşı seninle haklı bir iftihar duyuyoruz.” Bu sözlerim galiba Halife’nin üzgün gönlüne biraz neşe serpmişti.
Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş soluk soluğa yamaç yukarı çıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yüzünden akan terlere aldırmıyordu. Nihayet yaşlı kadının çadırına vardı ki nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, takatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine sahabenin taşıdığım kaptan yağı koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu. Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek yeniden kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu. Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi. Günlerden beri kara yaslara gömülmüş olan çadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş, yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız, Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu, ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarmıştı. Sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. “Dilerim ki yüce Allah (c.c.) tez elden seni Hz. Ömer’in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer’den çok sen yakışırsın.”
Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı için söylediği bu sözlere içinden sahabe güldü; yan gözle Ulu Halife’yi aradı; o akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyor olabilirdi. Sahabeye Hz. Ömer (r.a.) yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına döndü; “Valideciğim. Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşçakal” dedikten sonra birlikte dışarı çıktı gün ağarmıştı. Müezzinin bütün Müminleri sabah namazına çağıracak olan gür sesi nerdeyse ortalığı çınlatacaktı. Ulu halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı. Bana gelince uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim ve çok şeyleri öğrenmiştim. Gördüklerim, işittiklerim ve öğrendiklerim bende ömür boyunca tazelik ve canlılığını yitirmeyecek izler bırakmıştı. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resul’ünün şu sözlerini hatırladım. “Sahabelerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz.” “Ey yüce Allah Resulü! dedim içimden” senin Halifen Ömer’i gördün de mi söyledin bu altın sözleri!
O gün kadın, öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer’i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi: “Valideceğim! İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın” diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve “Artık Ömer’i affediyor O’na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi” diye sözlerini bağladı. Akşamdan beri olup bitenleri tümünü iyice anlayan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife’ye şu son cevabı verdi; “işte böyle göster adaletini eline bakan bütün Müslümanlara karşı.”
İşte asalet, işte dava bilinci, işte inanç, işte adalet… İşteleri saymakla bitmez bir Halife onun yolundan gitmeyi adalet anlayışını benimsemeyi rabbim bizlere nasip eyler, inşallah. Bulunduğu makamın hakkını verme, adil, adaletli olup sorun çözmek önemlidir. En önemlisi de vebaldir. Ya bulunduğun makamın hakkını vereceksin. Ya da haddini bilip, makamı boşuna işgal etmeyeceksin. Bir makamın hakkını vermek de, onun gereğini yapmakla mümkündür.
Makine Yüksek Mühendisi Burhan GÜL