
Bir hayalin peşinde kaç tur koşacağını bilmeyen maraton koşucuları gibi hissediyordu kendini ama son etaba kendinden emin girmesi gerekiyordu, zira kazanmak için vücudundaki son adrenalini buna saklamıştı. Daha ufacık bir çocukken süt dişi sallanıpta ağrı yaptığında annesinin onu dişçiye götürdüğünü hatırladı. Çok korktuğunu lâkin son hamlenin yapılmazsa ağrılı dişin ona daha çok sorun olacağını… Bir karar vermesi ve korksa da verdiği bu karara uyması gerekiyordu. Tıpkı şimdiki gibi… Bir insanın dişi acıdığında yapması gereken şeyler belliydi, ya düşleri acıdığında? Hangi düşçü tedavi edebilirdi ki acılı ve ağrılı düşlerini? Ama yinede bir karar vermeliydi. Kendi elleriyle yaptığı ve sonrada içine girip hapsettiği bu düş kapanından yine kendi çabasıyla çıkacak, tıpkı eskiden olduğu gibi hayallerinden yaptığı yelkenli ile yola devam edecekti. Üstelik bu sefer o düşlerinin dümenindeki kaptanda kendisi olacaktı. Yanılgı yenilgi demekti oysaki, matematik sınavında iki şıkka indirip sürekli yanlış şıkkı seçmek gibi diye düşündü eski öğrencilik yıllarını hatırlayıp, sürekli çeldiricilerin olduğu bir sınav değil miydi hayat ve bu çeldiricilere kanmayan insanların cenneti düşlediği? Adem ve Havva, gerçekte yaşaması için sunulan bu düşü hep bu çeldiriciler yüzünden kaybetmemiş miydi? İşte insanında kafasının karışıp etrafında çeldiricilerinin olması yaşadığı anlamına geliyordu. Böyle zamanları iyi değerlendirmesi gerektiğini çok önceden öğrenmişti. Yaratıcı bir insanın hayatında bir şeyleri değiştirmek isterse böylesi çeldiricileri karşısına çıkarır ve doğru kararı vermesi için beklerdi ne de olsa. Zaten bu dünya imtihan dünyası değil miydi? diye düşündü. Her sınavın bir sonucu olacak ve doğruların yanlışları geçmesi sonucu her zaman kişinin kendi lehine bir karar çıkacaktı. Büyük Roma imparatoru Marcus Aurelius bütün imkanların elinde olmasına karşın bilge kral olmayı seçmemiş miydi, bu kadar büyük bir güce hükmederken doğru insan olmayı? Erdemli, bilgili, ahlaklı, adaletli olmanın hükümdar olmaktan daha büyük olduğunu hatırlatsın diye kendine dair düşünceleri kaleme almamış mıydı yine kendi düşünü unutmamak için? İnsan olmak gerçekte özünde verilen düşe sahip çıkmaktı, dünya kurulmadan önce verilmiş olan, en sade şeklinle en sıradan halinle kalabilmek… Diyojen gibi de yaşayamam ki, dedi kendi kendine. Bir fıçının içinde bir ömür. Sonra dünyanın da aslında kenarları şişkin üstten basık bir fıçıya benzediği geldi aklına, sonra da aslında hepimiz Diyojen gibi yaşarız ama farkına varmayız gibi bir aforizma salladı oturduğu yerde. Felsefe yapmak için illa filozof mu olmak gerekir sanki? demekten de kendini alamadı gülümseyerek. Her mutluluğun bir mutsuzluğa gebe olması kaderi çizilmiş bir yolda asfaltı bozulmuş bölümünün yamalanması sonucu hafif yükselmesi yüzünden frene basılması demekti. Her yavaşlama insanın kendine çeki düzen vermesi ve sonraki seyirin daha dikkatli gerçekleşmesi için… Kalbini eline alsa dile gelecek haykırarak, yeter artık bu kadar kanattığın, bütün hiçliğimi senin varlığına harcadım, üstelik kendimi içimde olmayan kötülüğe bile senin için alıştırdım. Sırf sen varol diye, sırf içinde sadece sen ol diye bağırdığını duyar gibi olmuştu. Anlamaya çalışıyordu onu ama ne yazık ki konuştuğu dili çözümleyemiyordu. Düşleri anlamak için düşünmek gerekiyordu ve maalesef o da herkeste olmayan bir ideaydı. Bir insanı anlamak, ne hissettiğini bilmek için illa aynı yerden kırılmak mı gerekiyordu? Ya da insanlar birbiri için yaratılmasına karşın niçin anlaşamıyordu? Ve fakat anlaşamasalar bile mecburen katlanıyordu. Onunda kalbiyle arasında böylesi bir anlaşamama ve mecburi bir katlanış olduğunu hissetmesi bir an şaşırmasına sebep olmuştu. Sonra kendi kendine insan kendi ile kalbi arasında büyük bir engeldir dedi. Düşler ise, bedene bürünmüş olana yasaklanmış bir elma…
Ertan Yavuz
icaforiz_