Öncelikle sizlerle birçok düşünürün farklı açılardan aşkla alakalı tespitlerini paylaşmak istiyorum. Daha sonrasında ise aslında neye işaret ettiklerini anlamak için hepsini tek tek inceleyeceğim. Birbirlerinden çok farklı çağlarda, farklı coğrafyalarda yaşamış bu insanların hangileri birbirlerini destekler türde tespitler yapmışlar? Yazıyı okumaya niyetiniz varsa eğer, öncelikle bütün sözleri dikkatle okumanızı öneririm.
”Aşık olmayı denedim, hem de bir kez değil iki kez. İnanın bana korkunç acılar çektim. Ruhumun derinliklerinde, çektiğim acı ile alay eden bir ses işittiğim halde acı çekmeye devam eder, üstelik deli dolu aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim. Bunların hepsinin sebebi can sıkıntısıydı baylar , emin olun can sıkıntısı.”
Fyodor Dostoyevski (Rus yazar)
”Farklı cinslerden iki eşit insanın görevi olarak tanımladığımız aşk, iki bireyin bedensel ve düşünsel yönlerden birbirlerini çekmesini, başkalarını dışlamasını ve birbirlerine karşı mutlak bir teslimiyetle yaklaşmalarını gerektirir.”
Alfred Adler (Freud ve Jung ile birlikte ”Derinlik Psikolojisi”nin kurucularından)
”Aşık olan herkes sonunda zevke ulaştıktan sonra olağandışı bir düş kırıklığı yaşayacaktır; ve bu kadar büyük bir özlemle arzuladığı şeyin diğer cinsel tatminlerden daha fazla bir şeye neden olmadığını görüp şaşkına dönecek, böylece kendisini bu ilişkiden fazla yararlanmış olarak görmeyecektir.”
”Aşk sadece türün hayatta kalması, soyunu devam ettirmesi ihtiyacıdır.”
”Mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez.”
Arthur Schopenhauer (Alman filozof)
”Aşk yoktur, libido vardır.”
Sigmund Freud (Psikoanalitik Kuramı’nın kurucusu)
”Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.”
Jean-Paul Sartre (Fransız filozof)
”Aşk (bir başkasının mutluluğunu istemek olarak anlaşılan tanımını kastederek) aslında hiç doğal olmayan bir olgudur ki kendini nadiren tekrar eder; ruh yeniden bakire kalamayacak hale gelir ve bir başkasının ruhundaki okyanusa dalacak gücü yeniden kendinde bulamaz.”
James Joyce (İrlandalı yazar)
”Aşk bir deliliktir.”
William Shakespeare (İngiliz yazar)
”Aşk bile salt fizyolojik bir sorundur. Bizim öz irademizle hiç ilişiği yoktur. Gençler sadık kalmak isterler, kalamazlar; yaşlılar sadakatsizlik etmek isterler, edemezler. Söylenecek söz bundan ibaret.”
Oscar Wilde (İrlandalı yazar)
”Aşk: Ciddi bir akıl hastalığı.”
Platon (Antik Yunan filozofu)
”Aşk kadının hayatında bütün bir romandır, erkekte ise yalnız bir bölümdür.”
Madame de Stael (İsviçreli kadın yazar)
”Aşk konusunda yanlış seçimden söz etmek hatalıdır, zaten seçim varsa o yanlıştır.”
Marcel Proust (Fransız yazar)
”Ben şunu söylüyorum: aşkın tek ve yüce zevki, onun kötülük yapmak gerçekliğinde yatar. Ve erkek de, kadın da, tüm zevkin kötülükte bulunduğunu daha doğuştan bilir.”
”Kadın doğaldır, yani iğrenç.”
Charles Baudelaire (Fransız şair)
”Aşk iki iken bir olmak demektir.”
Victor Hugo (Fransız yazar)
”Benim hayalimdeki aşk, iki insanın birbirini sahiplenme duygusundan çok daha öte bir şey.”
Friedrich Nietzsche (Alman fiozof)
”Aşk, akıllı, aptal demeden tüm insanlara bulaşan bir hastalıktır.”
Albert Camus (Fransız yazar)
”Büyük insanlarda, liyakat sahibi olanların kendilerini budalaca aşka kaptırdıkları görülmez. Büyük ruhlar ve büyük işler aşkla uzlaşmaz.”
Francis Bacon (İngiliz filozof)
”Aşkı akılla yenmek mümkün değildir.”
Ivan Gonçarov (Rus yazar)
”Aşk bir kum saati gibidir; kalp dolarken beyin boşalır.”
Jules Renard (Fransız yazar)
”Tüm duygularımız ve tutkularımız rastlantı ve çıkarın eseridir ve bizim erdem, aşk, karşılık beklemezlik dediğimiz şeyler de hoşgörülerden başka bir şey değildir. Adalet aşkı nedir? Adaletsizlik ıstırabından korkmaktır. Aşk sahip olduklarımızın bizden alınması korkusudur. Aşk duyuların bir hummasıdır.”
La Rochefoucauld (Fransız yazar)
”Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur.”
Antoine Bret (Fransız yazar)
”Gerçek aşk daima kişisel yarar duygusundan vazgeçme temeli üzerinde yükselir.”
Lev Tolstoy (Rus yazar)
AŞK VAR MIDIR? VARSA NEDİR?
Bütün bu sözlerin ardından sorulması gereken ilk sorunun bu olduğunu düşünebilirsiniz en başta; lakin esaslı şekilde kafa yorulması gereken soru şudur: ”Aşk nedir?”
Aşkın varlığı oldukça kesindir. Hatta hayatlarımızı büyük ölçüde yöneten kavramın kendisini yok saymamız oldukça yanıltıcı sonuçlara götürür bizleri. Hayat, genel itibariyle cinsel isteklerimiz üstüne kurulmuş bir oyundur. Beğenilme duygusunun iç dünyamızda gerçekleştirdiği güç hissi, bizim için oldukça değerlidir. Tam bu noktada Schopenhauer’e başvurmamız oldukça yerinde olacak. ‘‘İnsan yaşamında bu denli önemli rolü olan bir meselenin şimdiye kadar filozoflar tarafından neredeyse tümüyle görmezden gelinmesi ve en işlenmemiş, en ham haliyle önümüzde durması bizi şaşırtmalı.’’
Aşkın Metafiziği adlı kitabına girişinde böyle bir ifade kullanıyor Alman filozof. O güne değin filozoflar, düşünürler aşkı değerlendirmiş olsalar dahi, hayatla olan ilişkisini tam olarak ele almakta eksik kalmışlardı. Günümüze geldiğimizde Schopenhauer’in ardından özellikle Freud’un çalışmalarıyla bu cinsel dürtüler, yani aşk, hayatımızda oynadığı rolüyle ön plana çıktı. Schopenhauer, yazdığı bu kitapta sanıldığının aksine aşkı hafife almak amacı kesinlikle gütmemiştir; aksine aşkın hayatımızın odak noktasında bulunduğunu özenle göstermiştir. Yukarıda okuduğunuz sözler arasında aşkı en net ve berrak şekilde ifade eden de gördüğünüz üzere kendisidir. Aşkın, kutsal bir tarafı olmadığını, hayvansal içgüdülerle neslin devamının sağlanması olduğunu açıklamıştır. Mantıkla yönetilememesini mantıkla doğmayan bir şey olmasına bağlamıştır ki, oldukça da haklıdır. Yani aşk, yaşamamız için bize verilen önemli gözüken bir motivasyon kaynağıdır; lakin duruma hakim olup, bütün resmin farkında olabilen bir insan için oldukça ilkel ve içgüdüsel hareketler bütünü olduğu gerçeği de sabittir.
Yukarıda okuduğunuz bütün sözlerin başka bir sözle yahut fikirle bağlantılı olmasına dikkat ettim. Schopenhauer’in sert aşk tarifine dolaylı yoldan giden oldukça fazla düşünür var. Özellikle psikanalist olan Freud’un ”Aşk yoktur, libido vardır.” tespiti çok manidardır. Freud’dan önce yaşamış ve bilimsel gelişmelerin aşkı açıklamaya yetmediği günlerde Schopenhauer gerçeğe çoktan hakim olmuştur. Aşkla alakalı bir şey okuduğunuz zaman, birçok otoritenin aşkı mantıktan uzak gördüğünü farkedersiniz. Bu, tesadüfi bir durum asla değildir ve bize sonuca gitmek adına oldukça doyurucu yollar sunar. Bacon, Bret, Shakespeare, Platon, Renard… Hepsinin sarf ettiği cümlelerde aşkın bilinçsizliğine vurgu yapılır. Shakespeare ve Bret hemen hemen aynı şeyleri söyleyip, aşık bir insanın zihinsel yetilerini kaybettiğini belirtmişlerdir. Platon da bunlara yakın şekilde, aşkı ciddi bir ruhsal hastalık sınıfında gösterir. Ancak benim özellikle dikkat çekmek istediğim cümleler Bacon’a ait olanlardır. Aşkın, hayvansal bir içgüdü olması ve mantıksızlıkla özdeşleşmesi sonucunda Bacon, büyük insana aşkı yakıştıramaz. Zira akıldan, mantıktan uzak; ilkelliğe kayan olgunun ta kendisidir aşk. Büyük işlere, büyük insanlara yakışmayacak olmasının sebebi de tam olarak budur.
Tam bu noktada farklı bir bakış açısına dönmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum. Camus’un akıllı insanların da aşka tutulduğunu söyleyip, Bacon’un cümlelerine zıt düştüğünü görüyoruz. Cervantes’in ünlü ”Aşk, herkesi eşit kılar.” cümlesindeki mana Camus’la Bacon’un arasındaki bağlantıdır. Aşk, herkesi eşit kılabilir çünkü akıllı bir insanın zihinsel işlevlerini düşürecektir. Sıfır noktasında herkesin eşit olduğunu algılıyoruz bu noktada. Cervantes, yargısında son derece haklıdır. Peki ya Bacon ve Camus’un zıt düştüğü nokta neresidir? İşte, bunu anlamak bizi son derece hayati olan soruya götürür. Camus, aklımızın bizi bu içgüdülerden, arzulardan kurtarabileceğine tam olarak inanmaz belli ki. Bacon ise üstünlüğe ancak bu yoldan gidilebileceğini açıklar. Ona göre; büyük ruh, aşk gibi salaklık barındıran, düşük bir istenci sonlandırabilecek kuvvete sahiptir. Benim fikrime göre Camus da, Bacon da ayrı ayrı güzel noktalara dokunmuşlardır. Aşktan tam manasıyla sıyrılmamız mümkün değil, zira hayatımızın odak noktasında bulunan bu zehrin etkisi vücudumuza ister istemez yayıldı; ancak bunu bastırabilmemiz ve görmezden gelmemiz ihtimaller dahilinde olabilir. Araya Proust’un sözleri de dahil olabilir pek ala. Zira bu konuda seçimin olamayacağını, şayet seçim varsa direk yanlış olacağını söylemiş Fransız yazar. Bu konudaki haklılığı tartışmanın gerçekliğini perçinliyor. Eğer insana aşka dair seçim bırakılmışsa, seçimini aşktan yana yapmayın en net biçimde yanlış olduğunun altını çizmiş. Sonuç olarak: Pek tabii ki aptal ve mutlu olduğunu zannederek ölmek isterseniz, buna hiç kimse müdahele edecek değildir. Aklı selim bir karar alacak insana ise tek tavsiye verilebilir: Farkındalık lanetlenmişlik manasına gelmez. Schopenhauer’in az şey isteyip, çok şey bilmeye dair felsefesini özümseyerek Bacon’un yürüdüğü yoldan elbette yürüyebilirsiniz. Unutmayın ki aptallık en büyük günahtır.
Dostoyevksi’nin en başta okuğunuz sözüne dönmek istiyorum şimdi de. Az önce hayatımızın merkezinde gördüğümü belirttiğim duygu silsilesinin toplumun dayatmalarıyla beraber açtığı gülünç duruma işarettir bu cümleler. Mantığının su yüzüne çıktığı saniyelerde acısının gülünç olduğunu bildiği halde acı çekmeye devam eder. Bugün için dahi bu anlatım çoğumuzun durumunu en güzel ifadelerle açıklıyor. Hayatımızın anlamı olarak ifade edilmiş, hayatımıza motivasyon kaynağı olarak gösterilmiş aşk, şayet onu doğru anlamazsak bizi gülünç durumlara sokuyor. Deli dolu aşıkmışız gibi yaptığımız hareketler, psikolojimizin korkunç etkileri olarak her gün karşımıza çıkıyor. Kutsal hale soktuğumuz ilkel istençlerin, toplumun da etkisiyle bu boyuta gelmesi oldukça düşündürücü.
Baudelaire’nin ve Madame de Stael’in cümlelerinde de çok farklı yollardan aynı noktaya gitmişliği görüyoruz. De Stael, bir kadın olarak, aşkın kadında ömre yayılan bir kavram olduğunu söylüyor. İşte, tam bu noktada kadınların daha ilkel, yavan oldukları reddedilemeyecek bir biçimde açığa çıkıyor. Baudelaire de sanki bunu görürücesine kadının doğallığını belirtiyor. Aşk kavramına bariz şekilde daha yatkın olan kadınların iğrenç olduklarını defalarca eserlerinde söylüyor. Ona göre de; cinsel hazlar insanı kötüye, düşmüşlüğe götüren bir yol. Artık cinsel hazların, aşkı temsil ettiğini söylememe gerek yok diye düşünüyorum.
Nietszche’nin bakış açısı ise bizi bambaşka bir yola sürükler cinsten. Belli ki aşk kavramını tekrar şekillendirmek istiyor Alman filozof. Aynı ahlaki değerlerin tekrar sorgulanmasını talep ettiği gibi. Şu an elimizde mevcut olan aşk kavramının düşüklüğünü kanıtlamasının yanı sıra, kendisi gibi bir üstünlüğe sahip insana bu düşüklüğü yakıştıramadığını da hissediyoruz.
İki Fransız düşünürün ve Wilde’nin tespitleriyle devam edelim yolculuğumuza. Victor Hugo’nun ”Aşk iki iken bir olmaktır.” cümlesine adeta cevap verir gibi yazmış Sartre. Hugo’nun da ifade ettiği bu çabanın nafile olduğunu tek cümleyle açıklıyor. ”İnsan kendi bilincine mahkumdur.” diyerek. Bu bizi önemli bir sonuca götürüyor ki aşkın zihinsel manadakı bağlayacılığını reddediyor Sartre. Elimizde kalan da tabii ki yine salt fizyolojik bir sorun oluyor. ”İki iken bir olabilmek” romantik ancak oldukça imkansız bir neden aşkın kutsallığı açısından. Wilde de salt fizyolojik problem olduğunu tekrar ediyor, kendine özgü bir örnekle. Hem de oldukça açık bir dille yazmış söylemek istediklerini. Aşk için sadık kalmak isteyen bir gencin bu durumdaki beceriksizliğinin bedenine bağlı olduğunu dolandırmadan anlatıvermiş. Ellerine sağlık!
Son olarak da tüm bu yazıya hazırlanmadan önce kendi düşünce dünyamda bulduğum bir fikrin Adler’in sözlerinin bir kısmında yansımasını gördüğümü açıklayarak bitirmek istiyorum. Bizim kutsal diye tabir ettiğimiz aşkın -yani şu an elimizdeki kavramın değil- gerçekliliğinin sadece ve sadece dünyada iki kişi kalırsa yaşanabileceğini düşünüyordum. Adler’in sözündeki ”başkalarını dışlaması” tabiri aklımda çoktandır bulunan bu düşünceyi harekete geçirdi. Akla yatkın, kutsal aşkın böyle ütopik bir durumda can bulabileceğini düşünüyorum. Bu da başka bir yazının konusu olsun.