Genç Yazı’ya günden güne daha güzel misyonlar yükleyen okurlarımıza Kitap Değerlidir sloganıyla okurlara yeni bir eser armağan eden Düzyazı Yayınevine ve ilk Kitabının heyecanını Yaşayan Sahipsiz İskele yazarı Yusuf GÜRER ile yaptığımız söyleşimizi tüm yazar ve okurlarımıza sunar daha nicelerini basma ve yazma azmi dilerim.
1. Bize biraz kendinizden söz eder misiniz?
1986 İstanbul doğumluyum. Medeniyetlerin başkenti bir şehirde doğup büyümenin avantajlarını ve tabii ki dezavantajlarını yaşayarak büyüdüm. Okumak ve yazmak için harika fırsatları olan bir yerdeyiz. Birçok açıdan karışık bir düzen içinde “durun bir dakika” dediğiniz anlarda imdadımıza yetişen şeyler bunlar: okumak ve yazmak. Lise yıllarında ağırlık kazanan okuma-yazma pratiğimi diğer okuyan ve yazan insanlarla paylaşma ihtiyacını hissettim. 2012 Ekim’inde ilk kitabım piyasaya çıktı: İstemeden Dünyaya Getirilen Bir Çocuğun İntikamı. Birçok kişinin şiir yazdığı fakat çok kişinin şiir okumadığı bir ülkede şiir kitabı… Henüz hak ettiği yeri bulmadı desem, yanıltıcı olmaz. Bu senenin Eylül ayı başında Sahipsiz İskele isimli öykü kitabım okurla buluştu.
2. Biraz da Sahipsiz İskele kitabınızdan bahseder misiniz?
Tabii. Sahipsiz İskele, beş ayrı öyküden oluşan, onlarca hayat hikâyesinin buluştuğu ortak bir mücadeleye tanıklık ediyor. Bu mücadelenin adı : Özgürlük!
Kitaptaki hikâyelerde farklı hayat tecrübelerinden yola çıkılsa da dönüp dolaşıp aynı sorunu çözmeye çalışan insanlarla karşılaşıyoruz. Özgürlüklerini elde etmek için karşısındakini; yani diğer insanları, toplumu, ülkeyi, dünyayı anlamaya çalışan bir sürü ‘sorunlu insan’ var. Bu mücadelenin eşitlikten, adaletli olmaktan, vicdanı öne çıkarmaktan geçtiğini biliyor hepsi. Birçoğu içgüdüsel olarak biliyor. Kitapta Aziz’in etkileyici bir sözü var : “Aramızdaki tek fark ses tonumuz olsun!” diyor. Tabi bu istek, modern dünya dediğimiz, kapitalist tüketim dünyasında ütopik bir duygusallık gibi görünüyor hepimize. İşte mücadele noktası da tam burası zannederim. Aziz, farklılıkları seviyor. Farklı fikirlerin zenginliğine güveniyor. Ama kardeşçe ve eşit bir toplum hayaliyle kapitalist dayatmalara karşı çıkmaya çalışıyor.
Sahipsiz İskele’de hoş görebilen insanların bir hor görebilecekleri; öteki olmanın acısı, ölümün yakınlığı bariz bir şekilde hissediliyor. Ve elimizde tek bir soru kalıyor kitap bittiğinde : Özgürlük, yaşarken mi yoksa yaşamımızı yitirdiğimizde mi elde edilir? Cevap yine öykülerde saklı tabi…
3. Peki, bu yolculukta ne zaman ben artık yazarım diyebildiniz?
Yazma sürecinde bir dakika durup “ben yazarım” demeye vakit yoktur asla. Bu sıfat size yakıştırılır. Bir yayıncı çıkar mesleki ifade tarzı olarak size “yazar” der. Bir okur çıkagelir, yazdıklarınızla olan iletişimini kuracağı çatıda kendi “yazar”ıyla konuşur.
Temelde ise yazmak bir eylemdir. Yazanın “yazar” olması doğal bir sonuçtur bu nedenle. Eylemcilik bunu gerektirir.
Ticari kaygılar ise yazan bir yazarı okunan bir yazar olma yoluna itiyor ülkemizde. Benim için yazmak “Susmamışlığın gelecekteki en büyük kanıtı!” Ötesi yalan dolan!
4. İkinci kitabınız “Sahipsiz İskele” Bu hikayede sizden neler var?
Hayatta temas kurduğunuz birçok kişi yazdıklarınızda vardır kaçınılmaz olarak. Karakterlerim, sokakta yürürken karşılaştığım figürlerin, çevremde yer alan insanların v.b. oluşturduğu koca bir kümülün davranışlarını, söylemlerini kendi aynamda sentezlememle oluşuyor. Söz gelimi Ahmet ve ben, bir karakter; Ayşe ve ben, ikinci bir karakterdir. “Şu öyküde ben hiç yokum” diyemem. Bu empatiden bir adım ilerisidir. Hissetmeyi de empatiyi de aşan bir ruh hali.
Kitaptan örnek verirsem; Sevgiliye Mektup öyküsünün başında yer alan uzunca mektup gerçek bir mektuptur. Yıllar önce yazdığım bir mektup. Şimdi okurun mektubudur…
Bunu bilebilseydim keşke. Yazmak zamansız/plansız/beklenmedik olandır. Yazmaya başladıktan sonra plan-program yapılabilir en çok: Kitabı şöyle kurgularım. Şu zamanda bitiririm. V.s. v.s.
Oturup yazayım dediğim zamanlarımın çoğunun bilgisayar ekranına bakmaktan ötürü göz yorgunluğu ile bittiğini bilirim.
Ayar veremediğiniz bir davranış şekli yazmak. Benim için öyle en azından. Ortam ve zaman kaygım da yoktur bu nedenle. Ankara’ya önemli bir iş için gittiğim bir gün, gitmem gereken yere değil yönümü değiştirip Kuğulu Park’a gittim ve kitabın ilk öyküsü “Ölüm Uykusu” nu yazdım. Öykü bittiğinde İstanbul’a geri döndüm. Yapmam gereken o önemli iş de patladı tabi…
6. “Sahipsiz İskele” artık raflarda neler hissettiniz?
Raflarda olması güzel. Raflarda azalması ise ayrı güzel. Varlıkla yokluk arasında açılan yeni kapılar insanı mutlu ediyor.
7. Kitabınız için Edebi bir eser diyebilir miyiz?
Türk Edebiyatındaki en temel sıkıntıdır aslında. Eserlerin dünyaya mal olması gerekir. Edebi eser yaratmak budur. Okuruyla buluşan eserin edebi eser olarak nitelenmesi bu heyecanlı buluşma sonrasında doğacak tepkiye bağlı. Sahipsiz İskele için bu soruya dolaylı da olsa Oğuz Atay cevap versin : “Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?”
8. Neden kitabın ismi “Sahipsiz İskele ”?
Aslında hiçbir iskele sahipsiz değildir. İskele sahipsiz ise: Ya deniz bitmiştir ya da kıyamet kopmuştur. Özgürlük mevzu bahis olduğunda ise bitmiş bir deniz ya da kıyamet zamanı geliyor aklıma. Kitabın ismi bu nedenledir ki suya atılan taşın çıkardığı ses gibi…
9. Eklemek istedikleriniz?
Kitap Değerlidir! sloganıyla yola çıkan, genç yazarlara geniş kapılar açan Düz Yazı Yayınevi’ne, benzer yolda ilerleyen sizlere ve tüm okurlara teşekkür etmek istiyorum. Okuyalım, zira Kitap Değerlidir!
KİTAPTAN SİZLERİN DE BEĞENECEGİNİZ NOTLAR…
Ölüm Uykusu (s.10-11)
“Düşünce kanseri olmaktan korkma, ne var bunda!
Önemli olan düşünce düşlerinin içinde bu ani, beklenmedik duruma karşı verilecek tepki-nin, anti-tezin demek istiyorum, düşüncelerini bir başka oluşuma, senteze, götür-
düğünde elde edeceklerindir”
Sevgiliye Mektup (s.41)
Adalet sadece kendi hakkını arayan insanların aklına
geliyordu. Eşitlik, eşitsizliklerle örülü toplumda en az eşit
olanın meselesiydi. Fakirlikse fakirin bile umurunda de-
ğildi doğrusu. Özgürlüğe gelince, bu konuyu konuşmak
dahi suç sayılabilirdi. Hapse düşebilir, işkence görebilir,
anne-babanız tarafından ayıplanabilir hatta sevgilinizden
bile veto yiyebilirdiniz. Özgürlük, üzerinde yüz yıl sonra
açınız mührü bulunan mektuptu ve zaman bu mektup için
geriye doğru akıyordu.
Sahipsiz İskele (s.59)
Bulutlar birer renk daha kararmış, beyazlar gri, siyah-
lar ise şimdiden görünmez olmuşlardı. Arada bir, mavi
yalımlar bulutların nasıl düzensiz sıralandıklarını ortaya
çıkarıyordu. Aşağıdan bir el feneri tutulmuş gibi aydınla-
nıyordu yukarısı.
Küfür (s. 95)
Gökyüzünde küme küme yıldızlar toplanmıştı. Maviyle
siyah birbirine girmiş, yıldızların çapkın parıltıları bu renk
kargaşasını ortaya çıkartıyordu.
Adalar İskelesi’ne uzanan yolda siyah, uzun ve uçları
sivri demir parmaklıkların kesildiği yerde uzun boylu en-
fes bir denizkızının olağan bir şekilde denize atladığı gö-
rüldü. Yakamoz parıltıları küme küme yıldızlarla sevişti
bir süre. Ta ki sabah olana kadar.
Ben Aziz! ( s. 104)
Yanıma geliyor. Ceketime bakıyor uzun uzun. Ceke-
tin önünden tutup içine bakmak için uzun uzun üşütüyor
beni. Şimdi de bana yükleniyor, nazikçe:
“Bu ne üstat, bu kadar lüks giyinmek zorunda mısın?”
“Lüks değil be Aziz.”
“Öyle öyle! Aramıza adaletsizlik sokma üstat. Biz senle
eşit değil miyiz? “
“Eşitiz.”
“Hah, o zaman aramazdaki tek fark, ses tonumuz ol-
sun.”
“Amma da yaptın Aziz öyle eşit bir dünya olsun tabi,
hem ben de böyle düşünüyorum.”
“Öyle olsa, şimdi çıkarır atarsın ceketi. Eşitlersin bizi.”
Online satın alabileceginiz adresler;
Yayınevi: Düzyazı Yayınevi @duzyaziyayin