Yazarlık Hakkında Merak Edip de Soramadığımız Ayıp Sorular;
(Selin ve Cem’le Yolculuklar) Kitabı’ndan
Yazmanız, diyelim ki yasaklandı, eskisi gibi yaşayabilir miydiniz; ölür müydünüz o zaman? Bunu sorun, bunu açıklayın kendinize. Özellikle şunu yapın; gecenizin en sessiz satinde kendinize şu soruyu yöneltin. İlle de yazmam gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin.(…) Ve eğer yazmak bir zorunluluksa sizin için bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı.
Rilke’nin o sırada sanki yalnızca ve özellikle bana yönelttiği bu soruyla ilk kez karşılaştığımda yazar olmaya heveslenen ve yazmaya çalışan bir lise öğrencisiydim. Fakat yazmanın bir yaşam biçimine dönüşecek kadar güçlü bir eylem olduğunu henüz bilmiyordum. Çarpılmıştım. Koskoca bir şairin, Malte L. Brigge’nin Notları adlı kitabını okuduktan sonra da koskoca bir romancı olduğunu anladığım Rilke’nin yazmak edimine bu kadar büyük bir anlam yüklemesi beni sarsmıştı. Yazmayı kafasına takmış bir çocuktum ama böyle büyük bir sorumluluğu göze alamayacak kadar küçüktüm ve hayatta yaşamak istediğim pek çok serüven vardı. Tedirgin olmuştum, çünkü yazarlık bir meslek olmasına karşın, başka mesleklere hiç benzemeyecek biçimde insanın bütün yaşamına yayılıyordu. Üstelik Rilke yalnız değildi, beğendiğim ve büyük bulduğum pek çok yazar da tıpkı Rilke gibi, yazmanın bir yaşam biçimi olduğunu söylemişti.
“Alooo, Buket Hanım siz misiniz? Merhaba ben Selin. Sizi nereden aradığımı duysanız asla inanamaz sınız? Ben taa Kapadokya’dayım. Vallahi Nevşehir’deyim.”
Selin’le artık eskisi gibi düzenli olarak buluşamıyoruz. Bazan benim iş, gezi, ya da ufak-tefek sağlık sorunlarım, ama daha çok, zeki ve matrak Selin’in ilkgençlikten yetişkinliğe, yani gerçek yaşama geçişi; çoğalan arkadaşları, ağırlaşan dersleri, büyüyen ilgi alanı ve para kazanma zorunluluğu nedeniyle Moda’da edebiyat ve yaşam üzerine yaptığımız yolculuklar seyrekleşiyor. Ama yaşam da böyle bir şey işte. Hiçbir şey sürekli ve kesin değil. Herşey her an değişip, kaybolabilir. Her an herşey yıkılıp, yeniden kurulmaya başlanabilir.
“Çevirmen bir arkadaşım aniden hastalanınca onun yerine gitmem için aradılar. Akademik bir yabancı heyetle geldim buraya. Öyle iyi ödeme yapıyorlar ki, uçarak atladım üstüne. Hem de bir deneyim işte… Böylece gelecek ay hiç para sıkıntı çekmeyeceğim. Yani size daha sık geleceğim.”
Selin, kendi yaşamına doğru kendi kanatlarıyla uçmaya başlıyor. Kendi kanat sesleriyle, çok yakında tamamen… diye düşünüp, gülümsüyorum. Biraz hüzün mü var bu gülümsememde ?
“Hani geçen konuşmamızda bana Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’ adlı kitabını okumamı salık vermiştiniz ya, onu buldum ve zevkle okudum. Fakat şimdi de aklıma bambaşka sorular takıldı. Aslında biraz aptalca sorular ama, sizden başka kimseye hayatta soramam, utancımdan ölüveririm valla… Aslında size sormaya da çekiniyorum ama…”
Birkaç yüz kilometre öteden telefonun ucunda yazarlıkla ilgili ayıp sorular sormaya uğraşan Selin henüz bilmiyor ki, yazarlığı bir iş ve yaşama biçimine dönüştürenler her daim bu belli sorulara muhatap olurlar. Dahası, kendileri rüştünü ispatlamış birer yazar olmadan çok önceleri, aynı soruların yanıtlarını utana sıkıla arayıp durmuşlardır. Bunlardan en önemlisi şudur:
Yazmaya nasıl başlanır?
Bu sorunun yanıtını benim kafama en uygun veren yazar Borges’tir ve der ki; “Yazarın işi kendi düşgücünü harekete geçiren şeyleri yazmaktır.” Çünkü, dışındaki dünya yerinden oynasa da her yazar kendi iç dünyasına dokunacak farklı uyarılarla harekete geçebilecek farklı bir geçmişe, farklı algılayış ve düşünce yapısına sahiptir. Fakat kimin umurunda… Siz ister usta, ister toy, ister ünlü, ister hiç kimsenin tanımadığı bir yazar olun farketmez, yazar olduğunuzu duyan insanların büyük bölümü dünyanın benim bildiğim yerlerinde zaman zaman, ama Türkiye’de sık sık size neleri yazmanız gerektiği konusunda büyük bir samimiyetle yardımcı olmaya çalışacaktır. Bunlardan bazıları, konu sıkıntısı çektiğinizi sanarak, büyük kısmı da önemli konu ve memleket meselelerini yalnızca kendilerinin en iyi bildiğinden emin ,ama ne yazık ki vakitleri ya da yetenekleri olmadığı için bir iyilik yaparak(!) sizi bilgilendirecektir. Bundan asla kaçamazsınız. Sinirlenmeniz veya ‘her yazarın kendi konuları’ olduğunu haykırmanız işe yaramaz. Çünkü yaygın yanlış düşünce, yazmak eyleminin aslında bir ilham, saf bir yetenek veya yalnızca ‘iyi bir konuyu iyi yazma ‘ işi olduğu yolundadır. En iyisi, bu durumlardan en az hasarla kurtulmak için değişik yöntemler geliştirmektir. Benim şimdiye dek bulduğum en iyi yöntem; ‘şu anda üzerinde çalıştığım üç ayrı kitap projemin olduğu ve bana lûtfedilen yardımı belki ileride düşünebileğim’ yalanıdır. Bilmezler ki, her yazar ancak kendisinin rahatını kaçırıp, takıntısı haline dönüşebilen meseleleri yazar. Zaten yazar denen insanın anlatacak hikayeleri, yaşam katacağı tipleri olmalıdır. Yazar olacak insan, herkesin ve her nesnenin bir hikayesi olduğunu çoktan farketmiş birisidir. Değilse, yazar olamaz.
Beri yandan siz birkaç tane çok okunan ve üzerinde konuşulan roman yazmayı başardıktan sonra nasılsa birileri çıkıp, bu ilginç konulari size kendisinin verdiğini ya da onun kendi roman-hikâye projesini çaldığınızı bile söyleyecektir.Bunlar önemsizdir. Önemli olan sizin özgün, sakin ve en çok da kendinize karşı dürüst kalabilmenizdir. Bu çok önemlidir. Özgün, dürüst ve samimi olmak ve böyle kalmayı sürdürebilmek bir yazarın etiğidir. Yazmakta ustalaştıkça, insan olarak yalınlaşmak kadar, bir bütünü geniş açıyla görmek bilgeliği kazandıkça, hâlâ ayrıntıların önemi ve kırılganlığında hassas kalabilmek ancak iyi yazarların hüneridir.
“Evet okudum, ‘Nasıl yazmalı?’ başlıklı denemenizi okudum. Ne yalan söyleyeyim etkilendim, fakat kızmazsanız en hakiki fikrimi söylemek istiyorum. Ama n’oolur kızmayın, şey… yaa bu yazarlık işi bana sanki gerçeküstü bir durummuş gibi geldi be hocam. Yani ben sizin yazmak konusunda anlattıklarınızı dinledikçe, bu yazarlığın benim sandığım gibi bir yetenek ve keyif işi olmaktan çok bir farkındalık, bir algılayış ve mücadele işi olduğunu anlamaya başladım. Yani hem bir iş, hem de bütün yaşamınızı da etkileyecek bir durum. Her gece eve iş getiren işkadınından da beter bir durum yaa… Hiç değilse onun bir maaşı falan vardır. Bu yazarlıkta insanın rüyaları bile iş be ağbi.. Aloo orada mısınız hocam? Ayy çok mu abarttım yine yoksa? Alooo?”
Gülmemek mümkün mü? Katıla katıla gülüyorum tabii. Benim kahkalarımı duyunca telefonun Kapadokya ucundan Selin de gülüyor. Matraklıkta geri kalmaya niyetim yok, ben de ona 1991 Bahar’ında İzmir Sevinç Pastanesi’nde İki Yeşil Susamuru adlı romanı yazarken yanıma oturan yaşlı ve zarif Alsancaklı Hanımefendi’yi anlatıyorum. Hâlâ beyaz eldiven giyen son aristokratlardan yaşlı bir hanımefendi yer bulamayınca benim masama oturmuş, serçe parmağı havada çayını içerken, o güzel havada ders çalıştığımı sanarak bana sempatiyle gülümsemişti. Ben ders çalışmayıp, roman yazdığımı söyleyince: ‘Vah vah evladım, bu güzel havada bu genç yaşta eğlenip, gezmek varken…’ diyerek bana nasıl da acımıştı.
“Sahiden acımışlardır hocam yaaa.. Kitap okumak göz bozar, diye ona bile üzülüyorlar bu memlekette ya..”
Gülüyoruz gülmesine ama şaka değil, yazmak böyledir işte. İnsanın kanına girdiyse bir kere, kafasına taktığını yazıp bitirmeden bırakmaz yakasını. Halbuki dışarda hava güzeldir, serde gençlik vardır, büyük aşklar (sanki) köşe başında beklemektedir ve yazmak, hayatın kendisiyle çelişir bir yalnızlık vaadiyle tutup çekmektedir insanı… Şaka değil, yazmak böyledir.
“Hani eski Türk Filmleri’nde de ‘keman çalan sonunda verem olacak’ klişesi varmış ya hocam, aynen onun gibi ‘çok okuyan da gözlük takar’ sanıyorlar ya… Valla genetik göz kusuru falan hak getire.. hah hah ha! Yaa ne çok klişe, önyargı, yanlış bilgi var bizim kültürümüzde di mi? ”
Yanlış bilgi ve klişe mi? Buyrun işte, yazarlıkla ilgili merak edilen, yanlış bilgilerle geçiştirilen, yazar olmak isteyen gencin yazara hep sormak isteyip de sormaya utandığı bir başka soru da şudur:
Nasıl , ne zaman, nerede yazılır ?
Bana sık sık sorulan bu sorunun amacı, yazarın bir patronu, bir düzeni ve imza defteri olmadığı halde, nerede, nasıl bir sistem kuruyor ve hangi zamanda çalışıyor olmamın gizlerini öğrenmektir. Her yazarın kendine has bir yazma ritüeli vardır. Ben her yerde yazabilirim. Tercihim özellikle kendimi rahat hissettiğim bazı pastaneler, ya da yazı-evimin kitaplarla dolu yazı- odasıdır.Yazarken kahve içmek ve klasik müzik dinlemeyi severim. Ama bütün bunlar şart değilidir. Yazacaksam mutlaka her yerde yazarım. Tek şartım, kalabalık bir mekanda bile olsam yazarken bir masada yalnız kalmaktır. Çünkü, yazmak ve yalnızlık alınyazıları ortak yazılmış iki eylemdir. Aksi düşünülemez. İlk yazımları dolma kalemle defterlere yazar, son yazımda bilgisayarda düzelti yapar, teslim etmeden mutlaka belli bir süre (en az 24 saat) dinlendirir, demlerim yazımı.
Nathalie Sarraute Lire Dergisi’nde kendisiyle 1983 yılında yapılan bir söyleşide: “Her gün Paris’te bir bistroya giderim. Bu benim için büyük bir mutluluktur. Bu sırada kendimi yolculuğa çıkmış gibi hissederim. Evinizdeyken yazı dışında her şeyle uğraşırsınız oysa bir bistrodayken yalnızsınız. Sizi rahatsız edecek hiç kimse yoktur.” diyerek neden kalabalık yerlerde yazdığını açıklamıştı.
Bir roman ya da hikaye yazmadan önce oturup, beni uzun süredir rahatsız eden, aklımı başımdan alan, ondan kurtulabilmek için onu yazmamı zorunlu kılan meseleyi yakalamaya çalışır, bunu bir matematik problemi gibi didik didik ederim. Yazmak, felsefe ve matematikle yapısal benzerlikler ve bağlar taşır. Son dört yıldır Gelibolu- Çanakkale Savaşları’yla ilgili bir roman için çalışıyorum. Birgün tesadüfen Galatasaray Lisesi duvarlarında gördüğüm şehit delikanlıların fotoğrafları, dergilerde okuduğum Anzak ve Osmanlı askerlerinin ölmeden birkaç gün önce sevgililerine, karılarına,annelerine yazdıkları mektuplar… Derken Çanakkale Milli Parkı’na sık sık yapılma ihtiyacı beliren seyahatlerde mekanın beslediği onlarca ayrıntı. Bütün bu birikimin bir bütün oluşturarak düşüncelerimi bölmeye, en keyifli durum ve anların içinde belirip, kendini kötü kötü hatırlatmaya başlaması. İşte deneyimli bir yazar o sırada artık yeni yazacağı romanın kafasında oluştuğunu anlamaktadır. O zaman ikinci adımı atar. Beni bu konu içinde asıl rahatsız eden nedir? Yazar bu sorunun yanıtını bulmak zorundadır. Samimi olarak. Acıtıcı ve sürpriz kişisel noktalara varma pahasına beynini çırılçıplak soymak, kanatmak zorundadır. Bu sırada notlar alınır, bağlantılı kitaplar okunur, filmler izlenir. Bu dönem sanki bir iz sürme dönemidir. Yazar kendi izini sürer. Çevresi ve dünyası tamamen bu meseleye odaklanır.
Benim ‘duvar seyretme dönemlerim’ adını taktığım bu düşüncenin izini sürme anları bazan saatlerce, günlerce, bazan aylarca uzar ve çok yorucu olabilir. Sorular basittir; nedir ve neden? Gelibolu örneğinde vardığım sonuçlardan ilki savaştı. Savaştı tabii. Beni rahatsız eden asıl konu buydu. Ama Çanakkale Savaşları’nın özel bir durumu vardı ki, beni bildiğim, okuduğum bütün öbür savaşlar arasından sıyrılarak şiddetle kendisine çekmekteydi. (yani ters yöne doğru itmekteydi) Çünkü Çanakkale Savaşları’nın içindeki masumiyet, insanî ayrıntılar ve mucizeler, sanki bu savaşın kendisini bir antiteze dönüştürmüştü. Çanakkale Savaşları kendi başına bir kurgu savaş, bir senaryo, roman olarak bekliyordu. Orada öylece duruyordu işte. Her konunun kendi yazarını beklediğini söyleyen biri var mıydı acaba?
Max Jacob Genç Bir Şaire Öğütler (Conseils a un jeune poete) adlı kitabında; “Konuyu geliştirmek, anlamak demektir.Geliştirmek…İşte her şeyin özü bu sözcikte gizlidir. Bir müzik teması, resimdeki betimlemeler gelişerek anlam kazanır. Bitki de tohumun gelişmesidir. Yazarlıkta bir paragraf bir düşüncenin, bölümde paragrafların gelişmesiyle ortaya çıkar. Üzerinde çok düşünülmüş bir fikir 400 sayfalık malzeme demektir” demiştir.
Sonraki aşama karakterlerdir. Bazı yazarlar konuyla çalışırlar. Ben karakterlerle başlarım. Önce asıl karakterlerimi belirlerim. Tıpkı bir yönetmenin kasting yapması gibidir bu. Tahmin edileceği gibi, bütün iyi yazarlar iyi birer gözlemcidirler ve onlar hayatın içinde yollarına devam ederken kurgu hafızaları onlara sormadan çevreleri sürekli taramakta, kendi ilgilerini çeken tipleri otomatik olarak kaydetmektedir. Bir roman ya da hikayede (bundan böyle kurgu edebiyat diye anılacaktır) bu gözlemci hafızadan fazlasıyla yararlanılır. Kurgu edebiyatta karakterleri sağlam oluşturmak önemlidir. Ne kadar iyi bir hikayeniz olursa olsun, eğer karakterleriniz falso veriyor, inandırıcı olmayan şeyler yapıyor ya da düşünüyorsa bütün kurgu aniden çözülür ve çöker. Karakteri iyi tanımak demek, kurduğunuz karakterin iki-üç kuşak geçmişine kadar onu tanımanız, sağlam kurmanız, geleceğini de tahmin edebilecek kadar hazırlıklı olmanız demektir. Örneğin, büyük dedesi Balkan Türkleri’nden romantik bir bir terzi olan Mavi Tuna, tasarıma, tekstile, insanlara servis vermeye, başkalarını hoşnut etmeye, bir çiftçi torunundan daha yatkın ve hassas bir karakter olacaktır. Ya da dayısı Fransa’da gençliğini geçirmiş, kendi yabancı kolejlerde okumuş ve Kanada’da yaşamış olan Kumral Ada’nın konuşurken sık sık yabancı sözcükler kullanması, bütün hayatını küçük bir kasabada geçirmiş bir ev kadınının ağzından dökülecek tek bir yabancı sözcük kadar yabancılaştırmaz okuru. Tıpkı hayatın içindeki gibi…
Konuya gelince. İyi bir kurgu yazarının konu adlı bir sorunu olamaz. Sorunsalı, meselesi ve kahramanları sağlam olan kurgu yazarı konu sıkıntısı çekmez. Çektiğini söyleyenden hemen kuşkulanırım. Çünkü yaratıcılık, kurgu yazarları ve bilim insanlarının olmazsa olmazıdır.
“ Aloo, Buket Hanım, ses bir ara gitti galiba. Şimdi duyuyorum sizi. Diyordum ki, nasıl yazmalı konulu makaleniz aramızda en çok Cem’i etkiledi Hocam. Cem kafayı taktı buna, günlerce sürekli olarak yazmak ve yalnızlık üzerine konuştu durdu. Cem’i hatırladınız di mi? Hani şu sizinle tanışmayı çok isteyen bizim okuldan arkadaş vardı ya , o işte. Yok sevgilim falan değil, valla sadece arkadaş, ama çok iyi ve akıllı bir arkadaş. Ayy keşke aşık olsak ama artık bu kadar iyi arkadaş olunca, aşk perisi harbiden kaçıp gitmiş oluyor, üstümüze iyilik sağlık…Ayy böyle mi denirdi? Ciddi olalım şimdi. Şey, Cem daha çok günün hangi saatlerinde yazılır, diye soruyor. Ayrıca acaba edebiyatçılar dil bilgisine körü körüne uymak zorunda mıdır, diye de meraktan çatlıyor. Alooo, sizi duyamıyorum. Buket Hanıım? Aloo?”
Telefon bağlantısı bu kadar fazla edebî ağırlığa dayanamış olmalı ki, koptu. Sanırım cep telefonundan arıyordu Selin ve anlaşılan keyfi yerindeydi. Evet, Cem adını birkaç kez duymuştum ondan. Hatta şiirlerinin dergilerde yayımlandığından gururla söz etmişti. Şiir veya öykülerini yayımlatmaya değer bulmak, genç şair/yazar için önemli adımlardandır. Çünkü dünyadaki en zor değerlendirmelerden biri insanın kendini değerlendirmesidir. Sınav kağıtlarından aldıkları notlara itiraz eden ODTÜ’deki öğrencilerime rahmetli hocam Kriton Curi’den öğrendiğim yöntemle bir de kendilerinin değerlendirmelerini isterdim. Doğru yanıtlar ve puanlar ellerinde sınav kağıtlarının başına oturan çoğu öğrenci boncuk boncuk ter dökerdi. Demek ki Cem, yayımlanacak değerde, iyi şiirler yazdığına önce kendisi ikna olmuş, şiirlerine güvenmişti.
Yazmanın Saati Var mıdır?
Yaşam ve Politika Üzerine yazdığı bir denemede(Sur la vie et la politique) Mario Vargas Llosa; “Her zaman sabah saatlerinde çalışırım, çünkü günün erken saatlerinde verimli olduğumu hissediyorum. Bana göre işin en zor yanı bir yapıtı yazmaya başlamaktır. Ben her gün öğleden sonra ikiye kadar büromda kalarak çalışıyorum” demişti.
Halbuki ilkgençlik yıllarımın edebiyat ilahları geceleri hiç uyumaz, sabahlara kadar tütün ve alkol tüketerek yazarlardı. Yani biz yazar olmaya heveslenen gençler böyle mitler uydurur ve bunlara da inanırdık. Sonraları farketmeye başladık ki, bu insanlar her gece sarhoş olup yazıyor ve öğleye kadar uyuyorlarsa, ne zaman çalışacak, para kazanacak, okuyacak, büyük aşklar ve serüvenler yaşayacaklardı? (nedense serüven ve büyük aşksız bir büyük yazar düşünemezdik o vakitlerJ) Zaman içinde yazmanın, özellikle roman kurmanın büyük bir disiplin işi olduğunu anlayınca, bize anlatılan o bohem, dağınık ve biraz da sefil yaşamlarının ancak gerçeküstü Paris manzaraları veya Hollywood fantazyaları olduğunu da anlayacaktık. Büyük yazarların hepsi yeteneklerini demir gibi bir iradeyle işlemiş, yazmaya uzun ve ciddi zamanlar ayırmışlardı. Bunu anladığımızda bizler de yazar olmuştuk. Çünkü; Yazarlık yalnız başına öğrenilecek tek meslektir.
Her yazarın kendi biyolojik ve ekonomik saatlerine uygun yazma saatleri vardır. Ben geceleri, evdeki ve kentteki insanların ve kedilerin çoğu uyumuşken yazmayı severim. Ama yaşam koşulları, iş zorunluluklarıve annelik gibi nedenlerle bu ritmimin değiştiği yıllarda da sabah saatlerinde yazdığım da oldu. Önemli olan yazarın dış dünyanın nimetlerinden ve sorunlarından kopup, kendi kurduğu kurgu dünyasına girebilecek cesareti toplaması ve burada tek tek başına geçirdiği zamanın saatleridir. İşte bunlar yazmanın en uygun olduğu saatlerdir.
Telefonun Kapadokya ucunda daha sonra neler olduğunu, Selin ve Cem’in yazarlıkla ilgili sorularının devamını başka bir yolculuğa bırakıyorum, çünkü bir roman/hikaye yazmak kadar, nasıl yazmak konusunda düşünmek de yazarı yoran bir yoldur. Çünkü yazmak aslında bir yaşama biçimidir.
Söyleşiyi okurken Buket hanımın içtenligini hissetmemek elde mi? Genç Yazı’ya bir söyleşi taleb ettim bana Bir çok Genç Yazar adaylarının aradıgı her şeyi gönderdi. okurken aynı soruları herkesin merak ettigini ve sormaktan utandıgını hissettim. ”Selin ve Cem’le yolculukları” En kısa zamanda edinip düşüncelerimi de Sizlerle paylaşacagım. Genç yazarların yolunu aydınlattıgı için Buket Uzuner’e kalpten Teşekkürimi sunarım.