Distopya kavramını iyi tahlil etmek ve gündelik hayatınıza katmak için ne olduğunu bilmek gerek. İşte çıkış noktası ve distopya edebiyatı hakkında bilgiler.
kelime anlamı
distopya, kelime kökeni olarak antik yunan dilinde “kötü yer” (bad place) anlamına gelir. özünde ise ütopyanın zıt anlamlısıdır.
distopyanın tanımını yapmadan önce ütopya kavramına değinmek gerekir. bilindiği üzere ütopya, ingiliz düşünür thomas more tarafından literatüre kazandırılmış bir kavramdır. dünya üzerindeki “en ideal yerin” nasıl olması gerektiğini eserinde uzun uzun anlatan more, bu çalışmasına “ütopya” der. antik yunan dilinde bunun iki anlamı da olabilir. “u-topos” olarak kullanmışsa eğer, bu “olmayan yer” (no place) anlamına gelir ki eserine ironik bir boyut katar. zira eseri “bu dünyada böyle iyi bir yer olamaz” anlamına gelir. yok eğer kastettiği “eu-topos” ise bu sefer bizim ütopyadan anladığımız şey ortaya çıkar: iyi yer (good place). işte distopya kelime olarak bunun karşıt anlamıdır.
bu edebiyat türünü genellikle “totaliter rejimler tarafından yönetilen; adaletsiz ve acı çeken toplumların olduğu hayali evren” olarak tanımlayabiliriz ama %100 doğru bir tanım olur mu? mümkün değil. birçok çeşidi vardır. sadece “yıkım,” “insanlık dışı,” ve “tasarlanmış toplum” gibi bazı ortak niteliklerden bahsedebiliriz. distopyayı net bir tanımın içine sıkıştırmak güçtür.
kavram olarak ise ilk kez john stuart mill’in (başka bir ingiliz düşünür) 1868’de yaptığı bir konuşmasında karşımıza çıkar. öncesinde 1747’ye kadar geri gidildiğinde “dustopia” gibi kullanımlarına rastlanılsa da bugünkü kavramın kayıtlara geçtiği en eski tarih 1868’dir.
kavram bazında kullanımı çok eskiye dayansa da bildiğimiz anlamda distopya, edebiyata yirminci yüzyılda girmiştir
bu çağ, insanlık tarihinin o zamana kadar gördüğü en hızlı ve keskin dönüşümlerinin yaşandığı bir dönem. politik, ekonomik ve sosyal değişimlerin yanı sıra hızla yükselen teknoloji ve sonunda patlak veren birinci dünya savaşı tüm dünya genelinde belirsizliğe, gerginliğe ve korkuya yol açmıştır. on sekizinci yüzyıldaki aydınlanma çağı’yla özdeşleşen “aklın gücü” sorgulanmaya başlanmıştır. şunu anlamak gerekir. birinci dünya savaşı öncesindeki o “akılla her şey çözülebilir” inancının çok ciddi sekteye uğradığı ve insanların “eğer akıl bize savaşı ve yıkımı getiriyorsa aklı istemiyoruz” dediği bir süreçten bahsediyoruz. sanatın her dalını etkiledi bu dönem. şiirde geleneksel anlayışı bırakıp imgeciliğe yöneldiler, sahnede “absürt tiyatro” ortaya çıktı. modern resim eserleri verilmeye başlandı. romandaki en büyük yankıları ise distopya ve virginia woolf gibi isimlerle kendini gösteren bilinç akışı türüyle oldu. yirminci yüzyıl öncesindeki iyimserlik yerini bariz bir karamsarlığa bıraktı. böyle bir ortamda geleceğe dair öngörülerini ele alan yazar ve düşünürlerle distopya -tabiri caizse- 1920 ve sonrasında patladı. hızla yükselişe geçti. sonrasında çıkan ikinci dünya savaşı ve yaşanan teknolojik gelişmeler (uzaya araç ve insan gönderilmesi, atom bombası, kimya alanındaki gelişmeler gibi) distopya türünün hızını kesmek yerine ivme kazandırdı. iki kutuplu sistem, ideolojik savaşlar, süper güç devletlerin ortaya çıkması birçok distopyanın ilham kaynağıydı. bu yazarlar genel olarak iki şeyi vurguluyorlardı. ilki, “dünyanın gidişatı bizi böyle bir geleceğe sürüklüyor” diyenler ki karşınıza aldous huxley çıkıyor. diğeri ise distopyayı bir tür uyarı gibi görüp gelecek nesli ikaz edenler. bunun da en bilinen ismi george orwell.
distopya türünün gerçek anlamda ilk eseri yevgeni zamyatin’in 1920-21 yılları arasında kaleme aldığı biz romanıdır. ondan önce de bu ideal devlet ya da totaliter devlet kavramlarını sorgulayan yazarlar vardır. jack london’ın demir ökçe romanı buna bir örnek mesela. h. g. wells bir başka isim. ancak bildiğimiz anlamda sistematik distopya evreni karşımıza ilk olarak “biz” ile çıkar. bu noktada zamyatin bugünkü distopya türünün bir nevi babası sayılır. sadece ilk olduğu için değil, aynı zamanda kendinden sonra gelenleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilediği için. eseri, birçok distopya yazarına ilham olmuş, yol göstermiştir.
zamyatin’in eserinden dört yıl sonra franz kafka’nın dava’sı yayımlandı. bu dönemde bazı polonyalı ve çek yazarlar distopya eserleri ortaya koydular. biz bugün ingiliz ve amerikan yazarların eserlerini biliyoruz ama ilk eserler doğu ve güney avrupa’dan çıktı. 1930’larda ingiliz ve amerikan yazarlar da kendilerini göstermeye başladılar. bu dönemin en meşhur eseri aldous huxley’nin cesur yeni dünya’sıdır. aynı şekilde sinclair lewis, andrey platonov ve vladimir nabokov bu türde eserler verdiler. iki kadın yazar da onlara dahil oldu: katharine burdekin ve ayn rand. rand’in anthem isimli eseri zamyatin’in biz’e o kadar benzer ki “kadın versiyonu” olarak anıldığı da olur. 1940’larda en öne çıkan isim 1984 ve hayvan çiftliği’yle george orwell’dir. artık ingiliz distopyacıların sayısı artımıştır. noel coward, arthur koestler, c. s. lewis ve roald dahl diğer ingiliz isimler. amerikan edebiyatından john steinbeck ve robert a. heinlein dahil olur. isveçli ve alman yazarlar da bu dönemde görülür. bu yazarların distopik evrenlerindeki temel noktalar devlet baskısı ve korkusu, kontrol edilemeyen ve sınırsız gücü olan yönetimler, özgür iradenin olmaması ve yıkıma uğramış toplumlardır. mesela sinclair lewis, it can’t happen here eserinde diktatör tarafından yönetilen faşist bir amerika anlatır. 1950’lerde ise teknolojinin etkisinin distopya kurgularında daha fazla yer aldığını görürüz. televizyonun hayatı esir aldığı bir dünyayla ray bradbury karşımıza çıkar (fahrenheit 451). william golding’in sineklerin tanrısı, david karp’ın bir, arthur c. clarke’ın şehir ve yıldızlar bradbury’yi takip eder. john wyndham, isaac asimov, philip k. dick, kurt vonnegut dönemin diğer yazarlarına örnek olabilir.
1960’larda bir tür patlama yaşanır
önceki dönemlerin iki katı eser ortaya çıkmıştır bu dönem. 60’ların en çıkan isimlerin başında a clockwork orange ve the wanting seed gibi eserleriyle anthony burgess iken, john brunner, l. p. hartley, robert a. heinlein, pierre boulle, roger zelazny, robert silverberg, john christopher, harlan ellison, angus wilson, harry harrison gibi isimler onu takip eder. 1970’lerde bizi karşılayan iki önemli isim var: ursula k. le guin ve stephen king. mülksüzler bu dönemde yazılmıştır. 70’lerde distopya içeriği tekrar genişlemiştir. her şeyden önce distopya ile bilim kurgu arasındaki çizgi daha da incelmiştir (ki bir süre sonra iç içe geçecekler). ikincisi çevresel sorunlar, hava kirliliği, feminizm, bedenlerin makine olarak kullanılması gibi konular dahil olmuştur. dönemin diğer isimleri tanith lee, j. neil schulman, marge piercy, j. g. ballard, suzy mckee charnas, phillip wylie, ira levin, len deighton olarak sıralanabilir. 1980’lerde ise margaret atwood’un damızlık kızın öyküsü ve walter levis’in mockingbird’ü göze çarpar. william overgard, paul auster, russell hoban, vladimir voinovich, philip josé farmer bu dönemin diğer isimleri. william gibson’ın ilk siberpunk romanı neuromancer’ı eklemeden olmaz.
1990’lı yıllarda yayımlanan eserleri diğerlerinden ayrı incelemek gerekir
bu dönemde temel değişiklikler yaşanmıştır. ilk ciddi değişiklik distopyanın “young adult” dediğimiz türe evrilmesi, yani gençlere hitap etmesidir. 16-17 yaşıdaki gençlerin ana karakter olup distopik evrene meydan okuduğu romanlar ortaya çıkmıştır. bu akımın başlatan ise lois lowry’nin the giver eseridir. bu dönemde terrance dicks, hans alfredson, robert harris gibi alışagelilmiş distopya romanları yazanlar tabii ki var ama artık bir kopmadan söz edebiliriz. klasik distopya anlayışı, yerini genç -bir başka deyişle ergen- kahramanların aldığı, yoğun aşkların yaşandığı, bu genç kesimin kahraman olduğu ve daha hollywoodlaşmış eserlere bırakmıştır. bu noktadan sonra “distopya” kavramı inanılmaz genişleyecek ve amerikan medyası içinde bir parça distopik özellik taşıyan her bilim kurgu romanına “distopya” demeye başlayacak. ergen kesim için kahramanlık öyküleri yazan birçok isim kendini “distopya yazarı” olarak bulacak. bunun bir diğer getirisi ise “serilerin” ortaya çıkması. eskiden %99 oranda tek kitap olan distopyalar birkaç kitaptan oluşan serilere dönüşecekler.
2000’lerin eserleri ciddi anlamda bilindik romanlar çünkü çoğunluğu yayımlandıktan hemen sonra sinemaya uyarlanıyor
suzanne collins’in açlık oyunları serisi bu dönemin en çok satan distopya romanları. philip reeve’in aç şehir serisi, catherine fisher’ın incarceron serisi, michael grant’in yoklar serisi, veronica roth’un uyumsuz serisinin yanı sıra marie lu, james dashner, neal shusterman, scott westerfeld gibi birçok isim young adult distopya türüne örnek vermiştir. bu, klasik distopya tamamen bitti demek değil. o türde eser yazan isimler hâlâ var ama artık popüler olan ve öne çıkan romanlar bu gençlik serileri.
bu serileri -ki çok büyük çoğunluğu amerikan yazarlara ait- distopya olarak adlandırmak doğru mu? bence değil. bunların %90’ı netflix dizisi olmaya zar zor yetecek kurguya sahip bilim kurgu romanları ama yayınevleri ve medya tarafından ısrarla “distopya” olarak anılıyorlar. bunlar, yayınevlerinin genç kitleye hızlıca satabileceği ve hollywood’un kolayca malzeme çıkarabileceği basit kahramanlık öyküleri. 17 yaşındaki bir çocuk distopik evrenin kaderini değiştirip onu yok edebiliyorsa bu evrenin distopyalığında bir sorun var demektir.
yukarıda distopya kavramının kesin bir tanımı olamayacağını söylemiştik. işte nedeni bu çeşitlilik. tolstoy’un anna karenina eserinin meşhur bir açılış cümlesi vardır: “bütün mutlu aileler birbirine benzer. her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” der tolstoy. işte distopya da böyledir. ütopyayı kabaca “her şeyin yolunda gittiği ve herkesin mutlu olduğu evren” olarak tanımlarken distopyada her yazar farklı bir yıkım öngörmüştür. hatta bazen öyle bir evren tasarlamıştır ki, cesur yeni dünya’da olduğu gibi toplum aslında acı çekmiyordur. bu noktada “acı çeken toplum” kavramını kullanamayız. distopyaların çıkış noktası kendilerine özgüdür. yazarlar o öngörülen “yıkımın” nedenini farklı şeylere bağlamışladır. orwell, için bu faşizm ve komüzim gibi uç yönetimler iken huxley durdurulamayan teknolojiden yola çıkmıştır. bundan ötürü en fazla ortak kavramlar havuzu oluşturabiliriz. bireylerin insanlıktan çıkması, toplumun yönetim tarafından tasarlanması ya da özgür iradenin olmaması gibi.
bu çeşitliliğin bir diğer sonucu distopyayı kendi içinde türlere ayırmayı zorlaştırmasıdır. bazı gruplamalar ya da kategorilere rastlarsınız ama özünü incelediğinizde hepsi yüzeysel kalır. mesela bir sınıflandırmaya göre distopyalar dörde ayrılır: orwellian, huxleyan, kafkaesque ve phildickian. sonra özelliklerini okumaya başlarsınız. hepsinde baskıcı yönetim, özgür iradenin olmaması gibi maddeler vardır. o zaman bunu sınıflandırmanın anlamı nedir? orwellian türünün en önemli örnekleri 1984 ve hayvan çiftliği ise bu sınıflandırma bizi hiçbir yere götürmez. bazı sınıflandırmalar nükleer felaket, otoriter yönetim, dini kontrol, teknolojik kontrol şeklindedir ama birine verdikleri örnek diğer üç kategoriye de girer. mesela cesur yeni dünya, içinde fordizm olduğu için dini kontrole girer ama ayrı yönetim var. böylece otoriter yönetime de giriyor. teknolojinin sistemi şekillendirdiğini düşünürsek teknolojik kontrol de var. e, sonuç? koca bir hiç. en sağlıklı ayrım survival ve non-survival olan sınıflandırma. romanın sonunda sisteme isyan eden karakterler kurtuluyor mu, yoksa 1984’te olduğu gibi sistemden kaçış yok mu? en fazla bunu ayırabilirler, bu da o kadar basit bir sınıflandırma ki harcadığınız zamana değmez. kısacası distopyaların sınıflandırılması boş bir çabadır.