Yağmur damlaları damladıkları yerlere izlerini bırakırken çocuk koşarak inşaatı durmuş binaya girdi. Duvarları beyazken griye hatta siyaha dönmüş bu bina soğuktu.
Ve küçük çocuklara uygun bir yer değildi kesinlikle. Ama kuruydu. Çocuk soğuktan titrerken sığınacak en iyi yerin burası olduğunu biliyordu. Şuan tek istediği kuru bir yerde oturmak ve yağmuru izlemekti.
Yerdeki pisliğe aldırmadan oturdu ve dizlerini kendine çekerek yağmuru izlemeye başladı. Bu sırada arkasından adım sesleri işitti ama aldırmadı. Omuz silkip yağmuru izlemeye devam etti.
Adım sesleri gittikçe yaklaşırken çocuk yağmuru izlemeye devam ediyordu. Demek ki beklediği ya da burada olduğunu bildiği birisi vardı. Bu yüzden adım seslerine aldırmıyordu.
Arkasında en fazla otuzlu yaşlarda olabilecek bir adam belirdi. Çocuk yavaşça kafasını kaldırdı ve ayakkabılarından başlayarak adamı incelemeye başladı.
Siyah, pahalı ayakkabıları yağmurdan dolayı çamur olmuştu ve yine siyah olan kumaş pantolonun paçasında çamur izleri vardı. Ceketini elinde tutuyordu. Beyaz gömleğinin kollarını kıvırmış, kravatını gevşetmiş ve iki gömlek düğmesini çözmüştü. Bir avukat olabilirdi. Ya da doktor. Takım elbisesinin şıklığına bakılırsa zengin biri olduğu belliydi. Özellikle kolundaki saat ben başka bir dünyaya aitim diye bağırıyordu.
Çocuk incelemesini bitirdikten sonra kafasını yine yağmura çevirdi. Adam derin bir iç çekti ve yerdeki pisliği eliyle gelişigüzel temizleyip çocuğun yanına oturdu. Onun gibi insanlar böyle yerlerde oturmaktan iğrenirlerdi aslında ama bu adam farklıydı.
“Yağmuru izlemeyi çok seviyorsun sanırım.” Dedi o da başını çocuğun baktığı yere çevirerek.
“Günahlarımızın temizlendiğini hissediyorum.” dedi çocuk ve devam etti. ”Dünya kirli bir yer, her yerde sadece kirleri var. Temiz bir yanını bulamazsın dünyanın. Yağmur biraz da olsa o kirleri temizlemek için yağıyor belki de.”
“Evet dünya kirli bir yer. Ne derler bilirsin, kar Tanrı’nın dünyayı temiz gösterme şeklidir.”
Gülümsedi çocuk. Bu içten bir gülümseme değildi ama. Sanki o cümleyi alaya almış gibiydi.
“Kar günahları örtüyor. Temizlemiyor. Yalan gibi düşün bunu. Bir suç işlediğimizde yalan söyleyerek o suçu kapatmaya çalışırız. Bir süre idare ederiz ama o yalan elbet ortaya çıkacaktır ve bizi daha kötü duruma düşürecektir. Dünyanın bembeyaz olduğuna alışıyoruz ve bir süre sonra hep bembeyaz kalacakmış gibi geliyor. Ancak o beyazlık gidiyor ve biz yine gerçeklerle baş başa kalıyoruz. Bu yüzden yağmuru daha çok severim. Çünkü o örtmüyor, temizliyor.”
Adam başını çevirdi ve çocuğun ona yaptığı gibi incelemeye başladı. Ayağındaki botlar en az iki senelikti. Bağcıkları kopmuş ve kopan yerlerine beyaz lastikler bağlanmıştı. Ayakkabı tamamen çamur içindeydi ve ön tarafı aşınmıştı. Pantolonunun da ayakkabısından farkı yoktu. Diz kısmı delinmişti ve farklı kumaşlarla dikilmeye çalışılmıştı. Üstündeki kazağın ise rengi ayırt edilemiyordu. Lacivert? Siyah? Bordo? Hayır, emin olamıyordu hiçbirinden.
“Yaşına rağmen herkesten olgun düşüncelerin var.”
Çocuk elleriyle ilerde bir sokak arasını işaret etti ve konuştu.
“O gördüğün sokak ve başka sokaklar. İşe giderken, arkadaşınla buluşmaya giderken bazen on dakikanı bazen saatlerini geçirdiğin ama hiç dikkat etmediğin o sokaklar benim, benim gibilerin evi. Her şeyin suçlusu o sokaklar. Beni o sokaklar böyle yaptı. Ama bir yandan da mutluyum. “O sokaklar sayesinde bazı şeylerin değerini anlayabiliyorum.”
Adam şaşırdı. Sokakta yaşamanın iyi bir yönü olduğunu vurgulayan bir çocukla ilk defa konuşuyordu.
“Sokakta yaşamaktan memnun musun yani?”
“Hayır, değilim. Ama bana kattığı şeyler var. Bazen bir köşeye oturuyor, insanları izliyorum. Bir çocuk babası ona oyuncak araba değil de tren seti aldığı için ağlıyor ve babasına çok kızıyor. Oysa ben bırak oyuncağı bir babam olduğu için bile dünyaların benim olduğunu sanır, üzülmezdim hiçbir şeye.Bilirdim çünkü başıma ne gelirse gelsin babam gelir, beni korumak için elinden geleni yapardı. Beğenmediğiniz yemekleri atıyorsunuz. Oysa ben yiyecek olan her şeyin değerini bilirim. Belki de yoklukta olduğum içindendir ama açgözlü olmadığım gibi elimdekilerinde değerini biliyorum. Bu ve benzer şeylerden dolayı sokaklara minnettarım aslında.”
Adam diyecek bir şey bulamadı ve gözünü çocuğun işaret ettiği ara sokağa dikti. Çocuk da oraya bakıyordu. Konuşmadılar bir süre. Yağmurun huzur verici sesi dışında ses yoktu ortalıkta. Adamın aklına son günlerde okuduğu bir şiir kitabından sözler geldi. Mırıldandı sessizce.
“Buram buram şehir kokuyorken insanlığımız biz köşebucaklara saklanıyoruz.”
“Çünkü korkak ve aciz varlıklarız.”
Adam gömleğinin bir düğmesini daha çözdü ve duvara yaslandı.
“Annemizi hatta ismimizi bile kendimiz seçemiyorken aciz olmamamız mantıksız olurdu zaten. Seçim hakkımız yok.”
“Aslında var ama önümüze sunulan seçim hakkı bile zorunluluktan ibaret. Sokakta yaşamayı ben seçmedim. Ama hırsızlık yapmamayı ben seçtim. Bazı arkadaşlarım hırsız oldular. İstediklerinden değil, mecbur bırakıldıklarından.”
“Ama sen olmamışsın.”
“Olmadım çünkü kaybedecek bir şeyim yok. Şuan ölürsem mezarım bile olmaz belki. Ama onların var. Mete. Bir kız kardeşi ve annesi var. Babası işsiz, alkolik. Evin geçimini Mete sağlıyor ama babası işe girmesine izin vermiyor. Her sabah onu işlek bir caddeye bırakıyor ve akşam geri alıyor. Eğer istediği gibi para kazanamamışsa“
“Çalamamışsa.” Diye düzeltti adam cümlesini keserek. Çocuk aldırış etmedi ve devam etti.
“Hem onu hem annesini hem de kız kardeşini siniri geçene kadar dövüyor. Hadi Mete’yi geçtim. Hiç bir şeyden haberi olmayan o beş yaşındaki kızın suçu ne ağabey? Ya annesi? Her şeye rağmen çocuklarını koruyup ailesini bir arada tutmaya çalışan o kadının suçu ne? Çalıyor çünkü yaşamak için başka çaresi yok.”
Sesi arada çatlıyordu konuşurken, gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Bu adama içini dökerken yağmur da bir çocuğun kalbini duyduğu için şiddetlendi ve daha fazla yağmaya başladı. Derin bir nefes aldı çocuk ve devam etti.
“Benim suçum ne? Neden benimde diğer çocuklar gibi bir evim annem babam yok? Neden insanlar bana iğrenen bakışlarla bakıyor? Neden bir olay oldu mu ilk ben, biz suçlanıyoruz? Neden kimse Mete’nin mecbur bırakıldığını anlamıyor?”
Ses tonu artık normalin üstündeydi. Acıyla haykırıyordu. Ondan başkası yoktu sanki şuan. Sadece acısını döküyordu o kadar.
“Neden bu kadar önyargılılar ağabey? Neden bizi dinlemek yerine hiçbir şey bilmeden kendi uydurdukları hikayeye inanıyorlar? Hayat bunu bize neden yapıyor? Neden o treni beğenmeyen çocuğun yerinde ben yokum? Neden o dondurma yiyen çocuğun yerinde Mete yok? Mahalle tarafından çok sevilen Mete hırsızlığa başlayınca insanlar neden buna mecbur kaldığını dinlemeden onu dışladılar. Her sabah Mete’ye ekmek veren fırıncı Oktay Usta, Mete’yi dövdü. Bu kadar basit mi bir insanı yok etmek? Yapılan iyilikler fark edilmezken en ufak bir hatamız hemen fark ediliyor.”
Nefes nefese kalmıştı. Sustu ve gözyaşlarını sildi ellerindeki çamur kalıntılarına aldırmadan. Adam gözlerini dinlerken de yaptığı gibi yağmurdan ayırmadan konuştu.
“Annem ben beş yaşındayken öldü. Annem ve babamın evliliği aile büyükleri tarafından onaylanmamış. Amcam dışında hiçbir akrabamız yoktu yani. Babam bana hem annelik hem babalık yaptı. Doktor, polis ya da buna benzer havalı bir mesleğe sahip değildi. Maden işçisiydi. Zar zor geçindirirdi ve ben liseye geçince beni okutmak için arta kalan zamanlarında taksi şoförlüğü yapardı. Mahallenin en sevilen adamıydı. Çalışkandı, dürüsttü. Annemden sonra hiçbir kadını hayatımıza sokmadı. İşten simsiyah ellerle döner, yorgunluğuna rağmen hemen bir duş alıp bana yemek yapardı, sonra ödevlerime yardım ederdi. Ayakta duracak hali olmasa bile uyumamı beklerdi uyumak için ve işe daha geç gitmesine rağmen sırf benim için uykusundan feda eder erkenden kalkar kahvaltı hazırlar ve beni okula bırakırdı. Benim için dünyanın en mükemmel babasıydı işte. Mahalle halkı için de öyle. Hayalim şarkıcı olmaktı. Babam o maddi sıkıntılara rağmen beni dans ve müzik kurslarına gönderiyordu.”
Sustu. Geçmişini anlatmak, yıllar sonra birine geçmişinden bahsetmek canını yakmıştı.
“1 Kasım sabahıydı. Lise son sınıftım. Babama en sevdiği kahvaltı sofrasını hazırladım. Beraber sofraya oturmuşken kapı çaldı. İki polis, geldiler ellerindeki tutuklama emri kağıdını gösterdiler ve babamı tutukladılar. Neler olduğuyla ilgili hiçbir fikrimiz yoktu. Babam bir yanlış anlaşılma olduğunu ve akşam eve döneceğini söyledi. Sonradan öğrendik. Babamı cinayetle suçluyorlardı. Beş parasız olduğumuz için hiçbir avukat savunma yapmayı kabul etmedi. Nasıl oldu hiç anlamadım babam suçlu bulundu ve hapse atıldı. O gün yemin ederim dünyanın başıma yıkıldığını düşündüm. Yağmurlu bir gündü bugün olduğu gibi. Babamı askeri araca bindirdiler ve hapishaneye götürdüler. Ben sadece ağlayarak izledim. Mahalle sakinleri de ordaydı. Bizi çok seven dediklerim. Beni korumalarını, her şeyin yoluna gireceğini söylemelerini bekledim. Yan komşumuz bana bir tokat attı ve “Katilin pis çocuğu. Bir daha sakın mahallemize geleyim deme!” dedi. Beni tartakladılar. Hiçbir şey yapmadım. Başımdan kanlar akıyordu. Yürüyordum sadece. Sınıf arkadaşlarımdan bazıları gelmiş katilin çocuğu diye bağırıyorlardı. İşte o gün ben gerçek dünyayla gerçek insanlıkla tanıştım evlat. Ben o gün dünyayı tanıdım.”
Kravatını hışımla çözüp kenara attı. Üzülmüştü evet ama ayrıca sinirlenmişti. Komşularına sinirlendi. Arkadaş dediği insanlara, insanların ikiyüzlülüğüne, hayata…
“Ya sonra ne oldu?” dedi çocuk merakla. Çocuk adama bakarken adam kendi ellerine bakıyordu.
“Hayallerimden vazgeçtim. Şarkıcı olmaktan. Deli gibi sınava çalıştım ve hukuk bölümüne girdim. Bir şeye karar vermiştim. Avukat olacaktım ve babamı ben savunacaktım. Kendimden başka kimseye güvenmiyordum. O kadar çok çalışıyordum birincilikle üniversiteyi bitirdim. Aldığım ilk davaların hepsini kazandım. Sıra babamın davasındaydı ve babamın avukatı oldum.”
“Kanıtladın mı? Babanın suçsuz olduğunu ispat edebildin mi?”
“Ettim. Tüm dünyaya babamın suçsuz olduğunu ispat ettim.”
“Baban seninle gurur duyuyordur ağabey.”
Adam gözlerini kapattı ve başını yukarı kaldırdı. Ağlamamak için direniyordu.
“Eğer öbür dünyadan burası gerçekten izleniyorsa gurur duyuyordur belki de. Babam dava sonuçlanamadan hayatını kaybetti.
Gözlerini açmadı ve zihni geçmişe gitti.
1 Kasım 2008
“Avukat Engin Soylu. Kapanış konuşmanızı yapınız.”
Engin yavaşça ayağa kalktı ve acıyla yanındaki boş sandalyeye baktı. Babasının oturması gereken sandalyeye. Bugünü hep babasıyla hayal etmişti, sonunda babasının suçsuzluğu ilan edilecek ve beraber buradan çıkacaklardı. Ancak babasının yorgun ve yaşlı bedeni daha fazla o koşullara dayanamamıştı. Babası hayatta olmasa bile onun masum olduğunu kanıtlamaya yeminliydi Engin. Acıyla koltuğu okşadı ve yavaş adımlarla hakimin karşısına çıktı.
“Ben sadece bir avukat değilim. Aynı zamanda sanığın öz oğluyum. Sanık 1 Kasım 2002 yılında işlemediği bir suçtan dolayı tutuklanmış ve 12 Kasım’da ömür boyu müebbet hapis yemiştir. Ancak bugün sunulan birinci derece kanıtlar, yalancı tanıkların itirafları ile gerçekler göz önüne serilmiştir.”
Başını yere eğdi ve derin bir nefes aldı. Hayır dedi içinden. Şimdi ağlamanın sırası değil. Kendini toparladı ve başını kaldırıp hakime bakarak konuşmasına devam etti.
“Sanık Taner Soylu’nun suçsuzluğunu ilan edin. Sanık artık bu dünyada olmasa bile sanığın suçsuz olduğu gerçeğinin hiçbir zaman unutulmayacağının ve yasaların her şeyden üstün olduğunu herkese gösterin. Söyleyeceklerim bu kadar.
Savunma köşesine geçti ve sandalyesine oturdu. Yanındaki sandalye boş olsa bile babasının varlığını hissediyordu.
Hakim tokmağını vurdu ve kararını açıklamaya başladı.
“Karar verildi. Sunulan birinci derece kanıtlar ve yalancı tanıkların itiraflarından dolayı sanığın suçları düşürülmüştür. Sanık Taner Soylu’nun beraatine karar verilmiştir. Adalet sistemi adına tüm kalbimle özür diliyorum.”
Hakim ve baş savcılar ayağa kalktılar ve selamlayıp yerlerinden ayrıldılar. Jüri üyeleri de yavaş yavaş salonu terk ederken Engin olduğu yere çökmüştü. Gözlerinden yaşlar geliyordu. Başarmıştı. Sonucu ne olursa olsun babasının suçsuz olduğunu kanıtlamıştı. Gözlerini babasının oturması gereken sandalyeye sabitledi ve gözyaşları içinde mırıldandı.
“1 Kasım 2002 yılında yağmurlu bir günde tutuklanan babam 1 Kasım 2008 yılında yağmurlu bir günde serbest bırakıldı.”
Günümüz
“Eminim görmüştür ve gurur duyuyordur ağabey.”
Engin gözlerini açtı ve çocuğa döndü. Sevgiyle gülümsedi.
“Böyle mükemmel düşüncelere sahip olduğu için eminim ailen de seninle gurur duyuyorlardır.”
Çocuk omuz silkti.
“Umursadığım bir şey değil. Aslında öbür dünyayı çok merak ediyorum. Cennet ya da cehennem dedikleri yeri. Nasıl bir yer sence?”
“Babam her zaman şöyle derdi; Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir evlat.”
“Dünyayı cennet yapmak senin elinde olan bir şey ağabey. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi takmazsan dünyanın en sefil insanı olsan bile mutlu olabilirsin ama dünyanın en zengini olsan bile her şeyi düşünüyorsan en mutsuzu olursun.”
Engin ellerindeki kire aldırmadı ve gözündeki yaşları sildi.
“Peki sence biz insanlar neredeyiz?”
Çocuk gözlerini tekrar karşıya dikti ve düşünceli bir sesle konuşmaya başladı.
“Ne cennet ne cehennem. Araftayız. Ruhlarımız arafa hapsolmuş durumda ve biz kendimizi azad edemiyoruz.”
“Çünkü umutsuz bir şekilde kurtarılmayı bekliyoruz.” Diye devam etti Engin. ”İhtiyacımız olan şeyi başkalarında arıyoruz. Haksız da değiliz ama. İnsanoğlu olarak cesaretlendirilmeye muhtacız. Elimizin tutulmasına muhtacız.”
“Bağımsız olduğumuzu sanıyoruz ama değiliz. Aslında her şeye bağımlıyız. Musluğu açık bırakarak o israf edilen litrelerce suya hayatta kalmak için muhtacız. Beğenmeyip çöpe attığınız yemeklere muhtacız. Ama her şey önünüzde çok kolay bir şekilde olduğu için rahatsınız. Ama bir gün her şey tükenecek. Ve siz insanlar ile biz sokak insanları eşit olacağız. O zaman hayatta kalmayı iğrendiğiniz bizler size öğreteceğiz.”
Engin gülümsedi ve yavaşça ayağa kalktı.
“İster inan ister inanma ama o günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım.”
Çocuk da ayağa kalktı.
“Belki bir gün ağabey.” Dedi ve çıkışa doğru ilerledi.
“Hey, bana hikayeni anlatmadın!”
Çocuk döndü ve gülümsedi.
“Başka bir yağmurlu güne.”
“Bir daha ne zaman karşılaşabiliriz ki?”
Güneş kendisini gösterirken gökkuşağı çıkmaya başladı. Çocuk gökkuşağını gösterdi.
“Gökkuşağının sekizinci renginde buluşalım ağabey.” dedi ve uzaklaştı. Engin hiçbir şey diyemedi. Durdu sadece. Çocuk ufukta kaybolana kadar izledi. Çocuk çoktan gittiği halde izlemeye devam etti. Saatlerce ayakta, öylece durdu. Düşündü. Çocukluğunu, babasını, hayatını. Aslında düşünmekte intihar etmek için çok güzel bir yöntemdi. Düşünceler insanı ölüme götürebilirdi kesinlikle. Bir film şeridi misali bütün anıları kısaca gözlerinin önünden geçerken yere çöktü.
Kanserdi ve ömrünün son saatlerine gelmişti. Son saatlerini büyüdüğü evde geçirmek istemiş, bu tehlikeli inşaata giren küçük çocuğu görünce merakına yenik düşmüş ve adımları istemsizce onu buraya getirmişti. Şu saatler kesinlikle hayatındaki en değerli anlarından biriydi. Küçük bir çocuğun kalbini duymak onu insan gibi hissettirmişti. Dünyada savaşmak için hala bir şeylerin var olduğunu görmüştü. Dünya için umut tükenmemişti. Hala savaşılacak bir şeyler vardı. Hayat her seferinde bizi hayal kırıklığına uğratsa da hiç beklemediğimiz anlarda sürprizlerle karşımıza çıkmayı başarıyordu. Hayat işte… O da bize acı vermekten zevk almıyordu, sadece bizim güçlü olmamızı istiyor ve dünyayla tanışmamızı istiyordu.
Ağzına kan tadı geldi. Göz kapakları kapanmamak için direniyordu. Güneşin batışını izlerken Ay’i gördü. Başı yere düştü ve boylu boyunca yerde uzandı. Bu bina da o çocuktan başka kimse bulamazdı onu. Cesedinin bulunması bir haftayı bile geçebilirdi. Olsun, babasına kavuşacaktı. Onun adına insanlık için başkaları savaşacaktı artık. Ölüm vakti gelmişti. Korkmuyordu ölümden. Dememiş miydi Mevlana Ölüm güzel şeydir hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamberler. O zaman korkmaya da gerek yoktu. Benden bu kadar dedi içinden. Zaten dayanacak gücüm kalmamıştı. Daha fazla dünyanın günahlarını görmeye dayanamazdım. Sürem doldu, eyvallah artık.
Üşüdüğünü hissetti. Çok soğuktu. Alnından ter damlaları süzülürken tüm kanının çekildiğini hissediyordu. Babasının en sevdiği şarkının sözleri zihnine doldu. Ölmeden önce bile babası bir şekilde kendisini hissettiriyor, hatırlatıyordu.
“Acı çektim günlerce.
Acı çektim susarak.
Şu kısacık konuklukta deprem kargaşasında
Yaşadım bir kaç bin yıl acılara tutunarak.”
Göz kapakları kapanırken, kimsenin onu duyamayacağını ve cevap vermek için çok geç olacağını bile bile son nefesinde, saatler önce giden çocuğa cevap verdi ve gözlerini açmamak üzere kapattı.
“İsterim çocuk. Gökkuşağının sekizinci renginde karşılaşmak isterim.”