Merhaba baba; bu satırlara bir kere bile gözünün değmeyeceğini bilerek yazıyorum.
Çünkü ben artık zehrimi özüme akıtmaktan yorulduğum için nidalarım hoş gör beni. Monteigne denemelerini yazarken nasıl
‘ben bir tüccar değilim sadece kendine yakınlaşmaya çalışan fakir köyün dilencisiyim’ esintileriyle savuruyorsa saçlarımızı benimki de o misal ve isteğim sadece yüreğine üfleyebilmek asla üşütmek değil.
Geçen gün ingilizce kursunda İrlanda’lı hocam (ingilizce konuşuyorduk buradan sonra, senin için çeviriyorum bilirim sevmezsin böyle laga lugaları) “Bugün hiç mutlu değilim” dedi nedenini sormamızla birlikte büyük bir kahrolma ifadesiyle “kızım dün 16 yaşına bastı artık genç bir kız ve bu bir babanın felaketi demektir” dedi. O an sadece gülümsüyorduk kimimiz nişanlı bir bebeğe sahip olma heyecanıyla dolu, kimimiz eşinden ayrı ardında kalan çocuğuna hasret, kimimizin babası hiçbir yarasını üflememişti henüz.
Sonra yine sustum içime akıttım bütün kelimeleri zehrimle harmanladım şimdi sana sunma vakti… Sahi sen üzülmüş müydün baba? Etrafımda dolaşacak erkeklerin düşüncesi zıplatmış mıydı sinirlerini, Merve’lere ders çalışmak için gideceğim diye evden çıkacağım günleri düşünmek yüreğini ağzına getirmiş miydi, sigaraya alıştıracağından korktuğun kötü arkadaşlarımı nasıl uzaklaştıracak, eve sarhoş geldiğimde kimden hesap soracağını hiç merak ettin mi?
Gözlerini düşürme yere baba yapma bunu çünkü bir erkekle el ele tutuşurken ya da mahalleden bir tanıdığa elinde sigarayla yakalandıktan sonra karşına geçip halı desenlerini ezberlemek benim görevimdi. Görevleri karıştırmıştık yine di mi?
Aynı sen bizi terk ettiğinde, ayrılığınızın ardından karşına geçip tüm anlayışımla bak canımın içi sen annemden boşandın ben hala senin çocuğunum biz asla ayrılmayız demem gibi nasihat senin işindi baba, söz dinlememek benim işim… Çok geç halbuki buradan sonra bunca yılın ardından ne ben çocuk olabilirim sana ne de sen bir baba!
Affedemiyorum seni, azledemiyorum ne acını ne sevgini beni affet.