Perdeyi sonuna kadar açtım, güneş sonuna kadar odamı aydınlattı, aynadan baktım, saçlarım bir hâyli uzamıştı. Ne kadar zamandır bu hâlde olduğumu unutmuştum. Haftalardır evden çıkmıyordum, yüzümü yıkamak için banyoya bile gidemez olmuştum. Buna tıpta, ‘Tükenmişlik Sendromu’ diyorlardı galiba. Ben kendimden vazgeçmiş, tükenmişken, cadde boyu yürüyen, kahkahalar atan, enerjisi tavana erişmiş arkadaşlarımı görünce, kendimden bir kez daha utandım. Olsun, hayat böyle de anlam kazanabilirdi, öyle değil mi? Kendimi kandırıyordum belli ki. Doğru düzgün bir şey yemediğim için bayağı zayıflamıştım, hem diyete ne gerek vardı ki? Depresyona girip, her şeyden vazgeçip, pekâlâ zayıflayabilirdik. Ah biz kadınlar… Her şeyi kumandayla yönetebileceğimizi düşünüp, hayatın tekdüzeliğinden sıyrılıp, bakıştığımız, gülüştüğümüz insanların bile bizimle bir olmalarını düşünüyoruz. Fedakârlığımızın karşılığı olarak görüyoruz bunu belki de. Saçlarım o kadar çok yağlanmıştı ki, asıl rengini unutmuştum, evde tek yaşıyor olduğuma bir kez daha şükretmiştim. Benimle yaşayacak olan insan, bir dakikada beni terk ederdi bu hâlimle.
Banyoya gidip, maviliğin içinde kaybolmak istedim bir süre. Mavi bir banyom olsun istemiştim hep, belki de düşleri gerçekte yaşamanın temennisiydi bu. Dişlerimi fırçaladım, yüzümü yıkadım, duşumu aldım ve aynadan baktığımda artık daha düzgün göründüğümü fark edince, uzun zamandan sonra kendime gülümsedim. Otuz iki dişimi gösterircesine gülümsedim. Gülmek bu kadar da güç bir şey değildi demek ki. Arkadaşlarımı aradım, uzun zamandır seslerini duymadığım insanlara yabancılaşmıştım. Konuşmaya konuşmaya kelimeleri nasıl kuracağımı, nasıl konuşacağımı
unutmuştum.
‘Hey!’
Birdenbire bir ses duydum, arkama dönüp baktım, kimse yoktu. Uzun zamandan sonra hayata dönünce sıyırdım herhâlde. Pencereden başımı uzatıp baktığımda güneşin yakıcılığını hissettim. Güneşle birlikte uyanıp, güneşin yakıcılığına kendimi kaptırmayalı bayağı uzun zaman olmuş. Neden tükendiğimi ben bile bilmiyorum ki. Evet, ilgi yoksunluğu, özveri kaçıklığı, belki de yalnızlığa aç kalmak… Hem nedeni ne değiştirir ki? Depresyonu çağıran, kılıfını hazırlar. Yaz gelmiş. Çiçekler açmış, beyaz, kırmızı, pembe güller var bahçemizde. Hepsi bana göz kırpıyor, kuşlar kahkaha atıyorlar.
‘Hey! Merhaba’
Derin düşüncelerdeyken duyduğum ses bir kez daha irkilmeme neden oldu. Arkama döndüm, yine kimse yok. En kısa zamanda bir doktora görünmeliyim, sanırım bu kez tamamıyla aklımı kaçırıyorum.
‘Beni görmüyor musun? Selam, buradayım, sağına bak.’
Sağıma döndüğümde, minicik bir kitap görüyorum. Hayata ve kendime küsmeden önce aldığım bir kitap… ‘Hayatını sıfırlama şansı’ Ama kitap konuşmuş olamaz, öyle değil mi? Yok artık! Henüz okumaya başlamadığım, alıp da bir köşeye attığım, okunmayan kitaplar listesine eklediğim kitap…
‘Merhaba yağmur! Adın yağmurdu, öyle değil mi? Yoksa güneş mi demeliyim, hangisini tercih edersin? Sanırım bugünkü ruh hâline bakılırsa güneş gibisin.’
‘Sen… Nasıl oluyor da…’
‘Dur, dur… Tamam, şaşırdın. Biliyorum. Ama içinden türlü senaryolar kurup, kendinle konuşurken benim seninle konuşuyor olmamı neden garip karşılıyorsun ki? Gel otur bakalım yanıma.’
‘Bir kitap nasıl olur da konuşur?’
‘Kitap da insan gibidir aslında. Onu bir köşeye atarsan, eskir, tozlanır, hatta sayfaları bile yıpranır. İnsan da böyle değil mi? Az önce aynaya baktığında eskimiş, adeta tozlanmış, bitmiş bir insanla karşı karşıya değil miydin?’
Pembe, üç gülün yan yana dizilip, deniz yıldızının da bulunduğu bir kapak tasarımı var kitabın.
Deniz yıldızı, üç adet gül… Bunlar birbiriyle alakasız şeyler, ben nasıl olmuş da bir kaçık gibi bu kitabı almışım?
‘Tamam, neler düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Beni okumadın henüz. Zaten günümüzde insanlar kitap okumak yerine hayatı yaşamaya çalışıyorlar. Sadece gezip tozmanın, insanlarla iletişim kurmanın kendilerine yetebileceğini sanıyorlar. Kitaplar kişinin iç dünyasına tâbidir tabi. Kendi iç dünyasından kaçan neden kitap okusun ki? Sen onlardan biri değilsin, kendini çok boşladın. Beni oku ve hayatını nasıl sıfırlayabileceğini seyret. İstersen bugün olduğu gibi sadece güneş doğar tenine, içine, her bir hücrene yayılır. Ben şimdi susuyorum, satırlarımla yaşatacağım kendimi. Beni okumayı unutma sakın.’
Kitap elimde, şaşkın gözlerle bakıyorum. Kitabı açtığımda önsözünde şu sözler yer alıyor: ‘Kişi ürkebilir, kişi korkabilir, kişi kaçabilir, kişi yalnızlığı seçebilir. Ama o kişi yine bilmelidir ki; yalnızlık bile yalnızdır bu hayatta. Bir gün, yalnızlığın da yalnız olduğunu anladığı vakit, kendi dünyasından çıkıp, karışacaktır kalabalığa…’
Daha önsözüyle bile içim ürperiyor ve gözlerimden yaşlar bir bir damlıyor. Kitap çok kalın değil, hatta ve hatta 100 sayfa bile değil. Merak edip, giriyorum kitabın içindeki dünyaya.
‘Geçmişinde yaşadıklarını unutamazsın. Bu mümkün değil. Dün ne yediğini unutabilirsin belki, ama ne yaşadığını unutamazsın. Aldığımız kokular, tatlar, sesler; her şey unutulur, bir tek şey baki kalır. Yaşananlar, yaşatılanlar, yaşanacak olanlar… İstediğin kadar üstünü ört, yeni desenler yarat kendin için. Yeni müjdeler, yeni fırsatlara doğru git. Geçmişinin unutulmaz olduğunu unuttuğun sürece, yeni mutlulukların anahtarını cebinde taşıyamazsın, kaybedersin. Hayatın gerçeğidir bu.
Öncelikle geçmişin unutulmaz birer parçan olduğunu bilerek yaşamaya bak, unutulmaz evet… Lâkin çok da hatırlanmaya değmez, hatırlanacak olsaydı geçmişte ne işi olurdu? Hayatını sıfırlayabilmen için, aynada gördüğüne iyi bakman lâzım. O senin kılavuzun, sen ona gülersen, o da sana güler. Sen ağlarsan, o da ağlar.
Pamuk Prenses’i anımsa, üvey annesi ihtiraslarının kurbanı olmuştu ve üvey kızının kendisinden güzel olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Onu öldürtmeyi kafasına koymuştu. Aynaya geçip, ‘Ayna ayna, söyle bana, benden güzel var mı bu dünyada?’ diye sorduğunda, sorduğu ayna değil, kendi kibiriydi aslında. Kibir insanı yok eder. Kibir, insanın yolunu keser. Sen sen ol, aynadakini sev, aynadakini koru. Ama aynadakinin kibirli olmasına sakın izin verme.
Unutma, sen ona nasıl bakarsan, o da sana öyle bakar. Hayat da böyledir, onun gizemli yollardan ibaret olduğunu düşünürsen, sana gizem adını verir, o şekilde yaşamanı sağlar. Acıdan ibaret olduğunu düşünürsen, acıların ardı arkası kesilmez, sana acılarını verir, acı yaşatır. Ama onun huzur dolu bir yoldan ibaret olduğunu düşünürsen, ufak tefek sorunlar yaşasan bile altından huzurla kalkarsın. Hayatını, masal gibi, ama gerçekliğinin de farkına vararak yaşa. Ne yaşıyorsan, ne duyuyorsan, ne söylüyorsan, hepsini birer kahraman, hepsini birer masal, hepsini birer ders olarak al.
Teneffüslerin de olsun. Mola vermeyen, tükenir en sonunda. Aynada gördüğüne iyi bak, hayatını sıfırlamak için geçmişin hiç olmadığını, yaşanmadığını varsaymana gerek yok. Bu düpedüz yalan olur. Geçmiş yaşandı, unutulmayacak da yaşadıkların. Ama orada çok kalma. Bir gün, buraya, şimdiki zamana dönemeyebilirsin. Hem zaman dediğin nedir ki? Varlığı, yokluğu belli olmayan bir yanılsama. Öldüğünde güzel hatırla zamanı, gittiğinde güzel hatırla zamanı; zaman değildir insanı mutsuz eden, mutsuzluk da, mutluluk da bir seçim… Bol ajitasyonlu hâllerimiz, üstü kapalı ‘Oh olsun’ deyişlerimiz bizi böyle yaşatıyor. Ben bir kitap değilim. Belki sen de bir insan değilsin. Bunun ne önemi var? Okumaktan vazgeçme, okumak, kişinin yongasının duydukları değil, yaşadıkları değil, düşündükleri olduğunu hatırlatır. Canımın yongası okumaktır. Okumak, en acılı anları bile hafifleten bir ilaç… Okumayan insana bir baksana! Ne duyuyorsa, ne dinliyorsa, ne izliyorsa ona inanır. Okumaktan vazgeçme, burada okuduklarına da körü körüne inanma. Kendi düşüncen de olsun. Unutma, kişinin yongası duydukları, bildikleri, bilmedikleri, görmedikleri, ya da gördükleri değil; kişinin yongası düşündüklerinin kendi gerçekliğinde var olduğunu kanıtlamaktır.’
Kitap bittiğinde, ben de bitip, yeniden çoğaldım. Bitmenin, bir daha kendine kalamama olduğunu sananlar vardı, tıpkı benim gibi. Ama bitmek, aslında kendine birikmek, kendine çoğalmaktı. Bitmek, yaşadığımız sürece bir son değil, adeta bir başlangıçtı…
Dilâra AKSOY