Küçük bir çocuktum. Dünyaya meraklı, insanlığın tüm mirasını yutmaya çalışıyordum. Herşeyi öğrenince, merakımı giderince, hayatımın huzurlu olacağını, daha mutlu olacağımı düşünüyordum. Her çocuk gibi, ben de her zaman ilk sorularımı en yakındaki bilge kişiye, yani anne-babam veya hala yaşamakta olan dedeme sorardım. Aslında dedemden öğrenmeyi hep tercih ederim. Çükü dedem, hep bir hikayesi olan, her şeye uygun bir anekdotu olan bilge bir insandı. Gezmiş, görmüş ve tecrübelerinin heybesine doldurmuş biriydi. Bu yüzden ondan doğrudan bana bir masal, hikaye ya da güzel bir anlatı istemek yerine hep eskiye dair bir şeyler sorar, böylece dolaylı olarak hem güzel bir hikaye dinler hem de sorumun cevabını alırdım.
Bir gün gene, bir küçük hikaye kitabını karıştırırken, anlamını bilmediğim artık dilimizde kullanılmayan bir kelime duydum. Genellikle romantik aşk hikayeleri okumazdım ama bir prensin hüzünlü aşk hikayesinin içeren bu kitap beni sarmış nedense prense sürekli yakıştırılan bir lakap olan bu kelimeyi kavrayamamıştım. Kelime Hercai idi. Akşam üstü dedem yorgun düştüğü yürüyüşünden dönünce hemen koşturup dizlerinin yanına çöktüm. ‘Dede, Hercai ne demek? Bu kelimeyi hiç duymadım. Bugün okuduğum hikayede geçiyor.‘ dedim. Dedem önce bir gülümsedi. Bunu her soru sorduğumda yapardı. Ardında derin bir iç çekerek bana bu kelimenin ne olduğunu gene başka bir hikaye ile anlatacağını, hikayelerdeki insanların duyguları arasındaki benzerlikten bu kelimenin aslında ne olduğunu benim bulmamı istedi. Gönül rahatlığı ile kabul ettim, sonuçta güzel bir hikaye dinleyecektim gene. Dedem biraz daha bekledi, gözleri biraz uzağa daldı. Hüzünlü bir gülümseme belirdi gözlerinde. Ardından konuşmaya başladı.
‘’Sevgili torunum, yıllar yıllar önce, henüz insanların birbirine bu kadar yakın ve kalabalık ama aynı zamanda ruhen uzak yaşamadığı bir zamanda, Botan vilayeti olarak adlandırılan bugünkü Cizre ilçesinde Bedirhan Bey adlı bir Mir yaşarmış. Mir, Cizre’de bulunan kaleden bütün Botan Vilayetini yöneten kişiydi o zamanlar. Bu Mir 1839 yılında Osmanlı isyancı Mısır valisi Kavalalı ile Nizip’te savaştığında Osmanlıdan yana tavır koymuş böylece kendi ününe ün katmıştı. Savaştan bir kaç yıl önce Bedirhan Bey’in en sevdiği hanımından bir oğlu olmuş ve adını Osmanlı Sultanının oğlu olan Şehzade Abdulmecid için Mecid koymuş. Bedirhan Bey bu oğlunu o çok sevmiş ve hep gözetmişti. Oğlu henüz 20li yaşına gelmeden at binmekten, ok atmaya, Kuran-ı Kerimi hatmetmekten Ahmed-i Hani şiirlerini ezberlemeye kadar bir sürü kabiliyet edinmişti.
Yıllar yılları kovalayıp Bedirhan Bey Osmanlı ile Modernleşme yüzünden ters düşünce, Cizre’den başlayarak bir isyana girişmiş. Osmanlı’ya bağlı bir Mir olan Bedirhan Bey, Osmanlı devletinin yeni kanunlarının kendi otoritesini sarsacağı korkusuyla Osmanlıya baş kaldırmış ve işler tamamen onun aleyhine işlemeye başlamıştı. Bedirhan Bey, bunun farkına varınca oğlunu olası bir kıyımdan kurtulması için Doğu Anadolu üzerinden Rusyaya göndermiş, yanına yüklü miktar para verip oğlunun oradan Avrupa’ya geçip güzel bir okul okumasını öğütlemişti.
O dönemde Rusya Sınırı ile Alman sınırı birdi. Bütün doğu Avrupa Rusya’ya kalmıştı. Bedirhan’ın oğlu Mecid, Kopernik’in de bir zamanlar okuduğu o zamanlar Rusya egemenliğinde olan Krakow’da Jagiellonian Üniversitesine başvurmuş ve oryantal çalışmalar departmanına girmişti. Gel zaman git zaman, Mecid giyim kuşamı, hal hareketleri sebebiyle epey dikkat çekmeye başladı. Mecid hala geleneğini bırakmayan, kendi toprağının içinden kopmuş bir insan olarak kalmaktan yanaydı ve kendini tamamen çalışmalara vermişti. Üniversite o zamanlar Leh öğrencilerin bağımsızlık için sürekli toplantılar yaptığı fikir alışverişinde bulunduğu, gecenin sonunda zil zurna sarhoş olup olmayan bağımsızlığı kutladıkalrı bir mekandı. Çoğu öğrenci Osmanlı devletinin başkenti İstanbul’da sürgünde olan Leh bağımsızlık şairi ve yazarı Adam Mickiewicz’in yazılarını gizlice dağıtıyorlardı. Adam Mickiewicz Osmanlı devletinin Lehleri nasıl koruduğunu, İstanbul’un en kada büyüleyici bir şehir olduğunu ve dünya bir devlet olacaksa, İstanbul’un muhakkak bu devletin başkenti olması gerektiğini yazıyordu. Bunu okuyan bazı öğrenciler, yaklaşık 200 yıl önce Viyana kapılarında kendi seçilmiş Kralları olan Jan Sobieskinin önderliğindeki Lehistan-Litvanya ordusunun Osmanlıları püskürtmesi ile artık gurur duymayı bırakmış, Osmanlı’yı arkadaş, dost bir ülke olarak görmeye başlamıştı.
Bütün bu gelişmeler, Mecid’e bir yandan yarıyordu. İnsanlar onun dost ülkeden dost milletten olduğunu düşünüyor ve ona değer veriyordu. Oysa Mecid’in babası o sıralar osmanlı ile kavga ediyordu. Fakat bu kavga kardeşler arasında idi ve sonunda yeni bir devletin ortaya çıkmasıyla değil bazı sorunların çözülmesi ile duracaktı. En azından Mecid öyle düşünüyordu. Çünkü var olan ününü ülkesine borçluydu, babasının başlattığı isyana değil.
Mecid hergün yeni insanlar ile tanışıyor, kütüphanede bazı çalışmalar yapıyor ve votka içmese de bazı tartışmalara katılıyordu. Mecide göre bu insanların bu kadar kavga endişe ederek kendi kimliklerinin peşine düşmesinin bir sebebi yoktu. Leh, Rus,Alman, Fin, Fransız olsalar ne olurdu. Ya da Lehistan’ı ha Çar yönetmiş ha Kayzer, ha Kasimir adlı bir Leh Kral. Kendisi Kürttü, ama Osmanlıda yaşıyordu ve ülkesinde,Türklerin yanı sıra Ermeni, Süryani, Arap, Fars gibi çeşitli insanlar vardı ama hepsi birbirini anlıyor ve birbiriyle geçiniyorlardı. Örneğin Farslar isyan edip başka ülke kursa ya da İran’a katılsalar ne olurdu? Zaten İran’ı da bir Türk yönetiyordu. Gene de bu konuşmaları dinliyor, en azından daha çok Rusça ve Lehçe öğrenmeye çalışıyordu.
Bu tartışma toplantılarının birine bir gün soylu, alımlı, güzel giyim kuşamlı, kızıl saçlı ve yeşil gözlü bir genc kız geldi. Mecid bu genç kızın konuşmasına, bilgisine, bildiği dillere ilk günden beri hayran kalmıştı. Çünkü kız Türkçe, Arapça’nin yanı sıra bütün güney slav dillerini de biliyordu. Yani Osmanlı himayesindeki tüm slavlar ve müslümanlar ile konuşup anlaşabilirdi. Ayrıca Osmanlı’ya hayranlık ve minnet duyuyordu. Çünkü kız Adam Mickiewicz’in hayranlarından biriydi ve bu büyük yazarın iyi yaşamasını sağlamış olan bu ülkeye hep minnet duyacaktı.
Bir süre sonra bütün toplantılarda belirmeye başladı. İçeri girdiğinde çoğu erkek ülkelerinin bağımsızlık hayalini bir süre unutup bu kız ile birlikte olmanın hayalini kurmaya başlıyorlardı. Fakat bunlara pek yüz vermiyor, sanki hiçbiri o dünyadan değilmiş gibi davranıyordu.
Mecid gün geçtikçe ondan etkileniyor, hakkında biraz bilgi toplamaya çalışıyordu. Adının Karla olduğunu ve soylu bir yaşamı olduğunu öğrenebilmişti. Olmadık zamanda sürekli onun hakkında konuşmak isteyen Mecid, bütün arkadaşlarına daima Karla ile ilgili soru soruyordu. Kimse yeterince bir şey bilmemekle beraber hemen onun ne kadar güzel olduğunu ve bir gece onunla olurlarsa neler yapacaklarını terbiyesizce anlatmaya başlıyorlardıç Mecid bunları dinlerken sinirden çatlıyor, kıskançlıktan içi içini kemiriyordu. Bazen kızdığını ifade ettiğinde, arkadaşları ona takılır ‘ Mecid Bey aşık mı oldular? Hem de ne aşk, asla bir kelime konuşmadığı bu sevgilisi de herkese ile oynaşıyor ama Mecid Bey ona aşık.’ derler. Ardından Mecid bağrına taş basmış gibi gülerek ‘Ne aşkı?’ diye tepki verir ve hemen başka kızlara neler yaptığını anlatmaya koyulurdu. Mecid nedense hem Karla’yı görünce nefesi kesilir, hem onunla bir kelime konuşmaz hem de bu duygusal yoğunluğa karşı başka başka kızlarla birlikte olmakta bir sakınca görmezdi. Diğer kızlar hem onunla hem de arkadaşıyla bile olsa Mecid bunu umursamaz sonuçta onlara aşık olmadığını geçirirdi içinden.
Karla’nın umursamaz tavırları, erkekleri kendine hayran bıraksa da, kimsenin gözü önünde hiçbir duygusal ya da tensel ilişki yaşamıyor olması, hakkında Osmanlı’nın eskiden veya hala himayesinde olan Balkan ülkelerindeki aşkları olduğu dedikoduların dışında Mecid onun hakkında birşey bilmiyordu. Bir gün kütüphanede bazı kitapları karıştırıp Batı Slav dillerini öğrenmeye çalışan Mecid Karla’nın yanına yaklaştığını hissetti. Bu genç kıza karşı içinde oluşan anlamsız ve belirsiz hisler yüzünden kendisi biraz utangaç davranıyor, ayrıca her nedense onu çoğu kadından üstün tutup ona duyduğu saygı yüzünden gözlerine bile yeterince bakamıyordu. Karla Mecid’in yanında durup selam verdi. ‘Bugün akşam üstü saat beşte Jozefa Sokağındaki yahudi kahvesine gel.’ dedi ve ayrıldı. Mecid ne onayladı ne de reddetti. Karla, zaten hayır cevabını alamayacağına çok emin bir şekilde başka birşey demeden ve beklemeden çekip gitti. Mecid mutlulukla taşmaya başladı, fakat bir an için durup düşündü. ‘Ya sadece normal bir bağımsızlık için yapılan toplantılardan birine çağırıyorsa?’ diye sordu içinden. Heyecanı biraz yatıştı. Hayal kırıklığına uğramaktan ve bir kadına değer verip üzülmekten tüm benliği ile korkan Mecid hemen aklını başına toplamak gerektiğini düşünüp, Leh grameri çalışmaya devam etti.
Akşamı zor etti. Hiçbir şey yemeden ve kımıldamadan saatlerce saatlerce o masada kitabın aynı sayfasına baktı, durdu. Hem Karla ile buluşacağının mutluluğu ile bir yandan okuduklarından bir şey anlamıyor hem de kendisine kızıp bu kızın büyüsüne kapılıp kalbinin kırılmasına engel olmak istiyordu. Saat 5’te Wawel Kalesinden aşağıya doğru yürüyüp, Krakow’un gettosu olan Kazimierz mahallesine gitti. Jozefa sokağı uzun ve temiz bir sokaktı. Yahudilerin ve yahudilerden nefret etmeyen insanların rahatlıkla birlikte oturduğu, hoş sohbetler etmenin yanı ısrar, ticaret ve para konularını da konuştuğu bir yerdi. Mecid, kahveye girer girmez Karla’nın tek başına bir divanda yere oturduğunu gördü. Yahudi kahvesinin içi sıcak ve devamlı kaynayan çay yüzünden nemliydi. Karla Mecide daha selam vermeden ‘Geciktin.’ dedi. Mecid onu ilk gördüğü sırada yüzüne düşmüş tebessümü hemen sildi, annesi tarafından azarlanmış ve suçlu bir çocuk gibi mahcup hissetti. O da yere oturup sırtına dik duran, Cizre Kalesinde, misafir odasına bulunan yer yastıklarına dayadı. İki çay istediler. Karla karşındakinin susmasını fırsat bilerek konuşmaya başladı. ‘Demek Osmanlısın sen. Yakında İstanbul’a gideceğim. 6 günlüğüne bir geziye, ama orada Adam Mickiewicz ile görüşeceğim. Kendisinin büyük hayranıyım Ondan dinleyeceklerimi gelip burada toplantılarda anlatacağım. Sonunda bağımsız bir millet olarak tekrar dünya sahnesine çıkacağız.’ Mecid’in yüzü ifadesizdi. Karla ile bağımsızlık konuşmak istemiyordu. Hatta bağımsızlık sözünden gitgide iğrenmeye başlamıştı. Bu kadar güzel ve akıllı bir kız ile oturup aşk,sevgi konuşmak istiyordu. Fakat bunu da anlamsız buluyordu. Böyle başına buyruk bir kız ile yaşamak onun için çok da kolay ve hazmedilebilir değildi. Ayrıca hayatında çok fazla erkek olduğu söyleniyordu. Böyle bir insanı nasıl sevebilirdi?
Karla, Mecid’in konuşmamasından biraz hoşlanmaya bile başlamıştı. Çayından bir yudum alıp ona bir göz attı, gülümseyerek ‘Dilini mi yuttun?’ diye dalga geçti. Mecid duraksamadan, ‘Hayır, ne diyeceğimi bilmiyorum.’ dedi. Karla bir kahkaha atarak ‘ Korkma kimseyi yemiyorum. Hem sen nasıl Osmanlısın, ben bir yıl önce Arnavutluk, Bosna, Sancak ve Makendonyaya gittiğimde, Osmanlı erkekleri peşimden koşturdular. Beni elde etmek, etkilemek onlar ile bir gün geçirmem için tüm olanakları zorladılar. Sen ise hem benden delice hoşlanıyor hem de hiç bir harekette bulunmuyorsun. Erkeklerin bana nasıl davrandığını, nasıl el üstünde tuttuklarını görmüyor musun? Ona rağmen beni elde etmek kolay değil. Neden sen hiçbir şey yapmadan beni kazanacağını düşünüyorsun?’
Mecid: Senden hoşlandığımı nerden çıkardın?
Karla gülerek: Bana nasıl baktığını görebiliyorum. dedi,
Mecid gene suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi utandı ve başını biraz eğdi. Karla Kazimierz şehrinin Wielki Kasimir(III. Kasimir) tarafından, yahudilerin yaşamını garantiye almak içinde ayrıca kurulmuş bir küçük şehir olduğundan, Türkçeye merakına, Mecid’in ona Türkçesini geliştirmesinde yardımcı olması gerektiğine kadar bildiği her konuda konuştu içini döktü. Fakat Mecid pek konuşmuyor, arada başını sallıyor ve Karla’yı hayranlıkla dinliyordu. Bu kızın ağzından çıkan kelimeleri pür dikkat dinliyor ve onları sanki ezberlemeye çalışıyor gibiydi. Bütün bu konuşmalardan sonra karanlık da iyice çöktüğünde Karla kalkmayı teklif etti.
Hava iyiden iyiye kararmış, etraflarda kimse kalmamış, ıssız sokaklarda yürümeye başladılar. Karla Wawel Kalesi ayrımında dönüp veda etmek istediyse de, Mecid ısrarla onu nehrin öbür tarafındaki evine bırakmayı teklif etti. Kimseden sözünü esirgemeyen Karla imalı bir ses tonuyla ‘Erkek olmaya karar verdin sonunda.’ dedi. Mecid artık buna dayanamayacağını hissetti. Kendisi Bedirhan Bey’in oğluydu. Botan vilayetinde onun da babasınında yiğitliği herkesin dilindeydi. Kahraman bir babanın oğluydu. Babası Bab-ı Aliye bile baş kaldırmıştı. Fakat bütün bunları sadece içinden geçirdi. Bir şey konuşmadan Karla’yı evine bırakıp kendisi de evine doğru yola koyuldu ve bu kızdan yar olmayacağının artık anlaşılması gerektiğini kalbine öğütledi.
********************
Karla İstanbul’a gitti, orada her ne yaşadıysa ne gördüyse gelip toplantılarda anlattı. O çıkıp gittiğinde genelde arkasından, bu kızın Lehistan’ın bağımsızlığı için asla yeterince çalışmayacağını, gölünü Arnavut, Enis adında bir müslümana kaptırdığını en yakın zamanda Balkanlara gidip onunla buluşacağını ve belki de bir daha Lehistan’a dönmeyeceği, zaten içinde bir müslüman hayranlığı, doğu mistisizmine ilgi duyduğu gibi şeyler konuşuldu. Mecid bütün bu dedikodulardan Karla’nın arnavut sevdiği olduğu kısmına takılmış geri kalanını umursamamıştı. Bir kaç hafta sonra Mecid Karla ile aynı yerde çay içmeye gitti. Ne Karla’yı unutabiliyor ne de ona duygularını açmak istiyordu. Karla ve Mecid birbirleri ile üstü kapalı konuşuyor, ikisi de diğerinin niyetini yeterince anlamıyordu. Mecid son buluştukları gün Karla’yı Tren istasyonuna bıraktı. Tekrar ve uzun süreli İstanbula gidecekti, fakat önce balkanlara uğrayacaktı. Mecide mektup yazması için bir adres verdi. Mecid Karla’nın Enis ile buluşmak onunla olan aşkını pekiştirmek için Balkanlara uğradığını biliyordu. Fakat Karla Mecid’in ondan hoşlandığını bilmesine rağmen, kendisinin başka biriyle aşk yaşadığını neden gizlediğini, neden onun hakkında asla konuşmadığını da merak ediyor, içi içini yiyordu. Karla’nın da en az onun kadar sevgiden, aşktan asla emin olamadığını, aşka bağlığının da olmadığını düşünüyordu. İkisi de ne yeterince açık konuşuyor ne de iletişimi kaydediyorlardı.
Karla’nın ayrılmasından iki gün sonra Mecid, babası Bedirhan Bey’in Girit adasına ailesinin tamamıyla beraber sürüldüğünü yazan bir mektup aldı. Hemen toplanıp önce Yunanistana karayolu ile oradan da bir gemi yolculuğu ile Girit adasına babasının yanına vardi. Girite vardığı ilk gün Karla’nın İstanbuldaki adresine durumunu anlatan bir mektup yazdı. Karla da bu mektuba hızlı bir cevap verip kendisinin neler yaşadığını anlattı. Bu mektuplaşma bir süre devam etti ama hep kopuk kopuk oldu. Mecid yüz yüze olmadığı Karla’ya daha fazla duygusal kelimeler kurmaya başlamış, daha cesur davranmıştı. Karla bu hoş ve kalbe dokunan mektuplara çok ileri gitmeden karşılık veriyor, fakat genelde ya geç gönderiyor ya da çok kısa cevaplar yazarak Mecid’in günlerdir sabırla beklemesinin karşılığı hep hayal kırıklığı oluyordu. Kendine her gün söz vermesine rağmen tekrar ona uzun ve dokunaklı bir mektup yazıyordu. Mecid mektuplarına bazen çok hoş aynı düzeyde cevap veren Karla’nın belki de artık Arnavut sevdiği ile birlikte olmadığını düşünüyor ve İstanbula gidip onu artık kendisi ile birlikte olmak için açıkça konuşmayı planlıyordu.
Tüm niyetini açıklıkla anlatan bir mektup yazıp Istanbula postladı. Fakat cevap bir türlü gelmedi. Mecid hala suçu kendinde buluyor, Karla’nın belki de onu hiç istemediğini sadece kendisinin yanlış anladığını düşünmeye başlamıştı.
Birgün Girit limanına İstanbuldan gelen bir yük gemisi yanaştı ve Mecid’in Krakow’da dostlarından Tomasz Girite gelip onu buldu. Burada olduğunu Karla’dan öğrenmış, onunla sohbet etmek için limanda bir gün demirleyecek olan gemi kaptanından izin almıştı. Tomasz belki bir saat aralıksız konuştu fakat Mecid’e göre hiç önemli bir şey dememişti, çünkü Karla’nın nerede olduğu ve ne yaptığı ilgili henüz bir şey dememişti. Mecid artık kendini tutamayıp ‘Karla nasıl, neler yapıyor?’ diye sordu. Tomasz biraz duraksadı sonra üzüntülü bir sesle ‘ Belki duymuşsundur, kahraman şairimiz Adam Mickiewicz iki ay önce vefat etti. Bağımsızlık umutlarımız ölmüş gibi hissettik hepimiz. Ülkesinde bile ölmedi zavallı. Karla onunla yakın dostluk kurmuştu. Harap oldu kızcağız. Sonra Arnavutluktan sevgilisi Enis gelip onu Arap yarımadasında, Arap emirliklerine götürdü. İki aydır orada ve ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Karla’yı bilirsin siz müslümanlara bayılıyor. Orada kendine gelecektir.’ Mecid bunları duyunca dünyası başına yıkılmış gibi oldu. Meğer hep o sevgilisi varmış ve kendisi hep ya yanlış anlamış ya da Karla onunla oynamış gibi hissetti.
Tomasz’ı akşam üstü uğurlarken babasının da toparlanıp Şam’a gidileceği emrini verdiği haberi aldı. Öbür hemen yola çıktılar. Mecid üzüntüsünü ve hayal kırıklığını uzun süre üstünden atamadı. Bir daha asla Karla’ya mektup yazmadı. Fakat içindeki kızgınlık, ateş asla dinmedi. İlerleyen yıllarda evlendi çoluk çocuk sahibi oldu. Fakat asla, şansı varken, bir fırsatını bulmuşken daha gençlik yıllarında Karla’ya duygularını doğru düzgün anlatamadığı için mutlu olamadı. Karla’yı gercekten istediğini, ondan uzaklaştığında tam olarak anlaması, fakat kızın artık onu düşünmediği gerçeği ile aynı zamana denk gelmesi yüzünden dünyada herkesin önüne yalnızca bir kere gelen mutluluk şansını yitirdiğini düşündü. Kalbinin bir köşesinde onu hep tuttu, fakat asla kalbini sadece ona ait hissedemedi.
Karla ise Arap Emirliklerinden döndükten bir süre sonra Enis ile ilişkisine son verdi. Mecid’in o mektubunu asla almadı. Onunla bir daha görüşemeyeceği gerçeğini idrak edince aslında onunla konuşmayı ne kadar da istediğini fark etti, fakat artık onun için de geçti.O da hiçbir zaman doğru aşığı bulamayacağını düşünerek kendisine kızdı. Hiçbir zaman. Adam Mickiewicz’in ölümü ve Lehistan’ın daha uzun süre bağımsız olmayacağına ikna olduktan sonra İstanbul’a temelli yerleşmeye başladı. İstanbul üniversitesinde Slav dilleri öğretti. İstanbulda bir Türk ile evlenip Polonezköy’e diğer Leh göçmenlerinin mahallesine yerleşti.
Dedem hikayesini bitirince derin bir nefes aldı. Sanki kalbinin bir köşesinde onun da hiç unutamadığı ama artık fırsatını kaçırdığı bir insanın özlemini çekiyordu.Durdu ve gülümseyerek bana sordu: ‘Anladın mı şimdi Hercai ne demek?’
Kafamı evet anlamında salladım. Tam kalkıp gidiyordum ki, ‘Torunum, hercai olma. Kalbinin sesini iyi dinle.’ dedi. O zaman elbette yeterince kavramadım ama bu satırları sabahın ilk saatlerine kadar uyanık kaldığım bir gecede yazmaya başlamış, içimdeki üzüntüyü böylece rahatlatmaya çalışma çabama bakılırsa dedemin öğüdünü iyi tutmamışım demek ki.