Etrafımıza baktığımızda âlemdeki bir takım varlıkların yapılandırılmaya gereksiniminin olmadığını görürüz. Bulundukları vaziyet onlar için olması gereken en iyi durumdur. Denizler, okyanuslar, dağlar vs. bu tür varlıklardandır. Beşer bu varlıklardan olduğu gibi istifade eder. Üstelik onların bu durumlarının korunması gerekir. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle tabiatın zarar gördüğünü, ormanların azaldığını, birçok hayvan ve bitki türünün neslinin tükendiğini, deniz ve hava kirliliğini görüyoruz. Bunun sebebi bütün bu varlıkların bu saf ve el değmemiş durumlarının değişmesinden kaynaklanmaktadır. Öte taraftan birçok varlık da beşerin istifadesi için yapılandırılması gerekir. Bu varlıklar olduğu gibi kullanılmaya elverişli değildir ve yapılandırılmış ve yapılandırılmamış hali arasında büyük bir kıymet farkı vardır. Örneğin altın madenden çıkarıldığı ilk haliyle kullanılamaz. Bir takım işlemlerin ardından istifade edilir hale getirilir. Bir başka örnek ise deridir. Deri hayvandan ilk elde edildiği halde işe yaramaz ve değersizdir. Ve bizim kullandığımız deri haline gelmesi için birçok işlem görür. Bunun için sayısız örnek verebiliriz, lakin bizim konumuz insan hakkındadır. İnsan hangi gurup yer alır? Onu el değmemiş ilk haliyle mi bırakmak gerekir?! En yüce insan dünyaya gözlerini ilk açtığı gibi kalan insan mıdır?! Yoksa insan da diğer binlerce mevcudat gibi yapılandırılmaya, yetiştirilmeye muhtaç mıdır?! Muhakkak ki bu sorunun cevabı evettir.
İnsan bu dünyaya ilk geldiğinde yapılandırılması gereken oldukça kıymetli bir hammadde gibidir. Hiçbir varlık insan kadar yapılandırılmaya elverişli değildir. Ve hiçbir mevcudatın insan kadar yapılandırılmış ve yapılandırılmamış hali arasında bu denli bir kıymet farkı yoktur. İşte İslam ahlakı bu noktada devreye girer. Yani hammadde olan insanı, istifade edilir bir insana dönüştürmekte. Kimin için mi? Kendisi ve toplumu için…
Eğer bütün mevcudatı insanla mukayese edersek, nispeten yapılandırılmış olarak buluruz. Lakin insanın her konuda yapılandırılması ve yetiştirilmesi gerekmektedir. Örnek olarak altının yapılandırılması gerekir demiştik, madenden çıkarıldığı halde kullanılmaya elverişli değildir. Gümüş ve bakır da bu şekildedir. Hatta hayvanların bile yapılandırılmaya, ehlileştirilmeye ve terbiye edilmeye ihtiyacı vardır. Fakat şu var ki, altın “altın oluşunda” yapılandırılmıştır. Gümüş “gümüş oluşunda” yapılandırılmıştır. At “at oluşunda” yapılandırılmıştır. Buna felsefi ıstılah olarak “mahiyet” denir. Bütün varlıkların mahiyetleri belirli ve yapılandırılmıştır. Sadece keyfiyet ve kemiyetinde yapılandırılması gerekir. Altının mahiyeti altındır. Sarraf onu alır, ayarını düzenler, berraklaştırır. Ama demiri alıp altın yapamaz. Mahiyeti buna izin vermez. Ancak insan hatta mahiyet olarak bile yapılandırılması gereken yegâne mevcuttur. İşte bu yüzden insanın gerçekliği ve mahiyeti için bin bir türlü ihtimal vardır. İnsan melek dahi olabilir ve melekten bin mertebe daha yüksekte! Aynı bu tasavvur ettiğimiz insanın bütün mevcudattan daha aşağı ve daha alçak olması da mümkündür. Bu Kuran-ı Kerim’in şu şekilde bahsettiği insanlar hakkındadır: “İşte onlar hayvan gibidirler. Hatta onlar daha da sapkındırlar.” Yine bir başka ayet-i kerime şöyle buyurmaktadır: “Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” “Esfelüssafilin” yani aşağıların aşağısı, “Ea’layin illiyin” Yani yücelerin daha yücesi.. İşte âlemde “İnsan” adında her şey olabilmesi mümkün olan garip bir varlık vardır. Bundan dolayı insan bir modele, bir örneğe gereksinim duyar. Elbette ki bu model İslam peygamberi Hz. Muhammed’ten (s.a.a) başkası değildir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurur: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Ben yapmak için, inşa için, ıslah için gönderildim. İnsanın inşası… Peygamber zorlu bir sanatın ustasıdır, İnsan sanatı! Ve peygamberin elindeki kalem ise ahlaktır, adaptır, İslam öğretileri ve terbiyesidir.
Peki, istediği gibi olmak insanın kendi elinde midir? Meselenin en derin noktası buradadır. İnsan anne rahminde cisim ve endam olarak kemale erer. Cinsiyeti belirlenir. Beyaz tenli ya da zenci olacağı, uzun ya da kısa boylu olacağı gözlerinin rengine kadar her şeyi belirlenir. Ancak ruhi olarak insan doğduğu andan itibaren bir nutfe halindedir. Daha yeni yeni kalem eline verilir ve çehresini çizer. Öyle ya da böyle olacağını, güzel ya da çirkin olacağı, hayvan, melek ya da daha üstün olacağına karar verir. İnsanın bedenin nasıl olacağı kendi elinde değildir ancak ruhunun ve şahsiyetinin nasıl olacağına kendisi karar verir. İnsanın şahsiyeti çevresinden müyesserdir, öğretmeninden, anne ve babasından, eşi dostundan, okuduğu kitaptan vs. etkilenir. Ancak nihayetinde kendi iradesiyle kendisini tersim eder. İşte bu noktada Ahlak ve terbiyenin önemi ortaya çıkmaktadır.
İlk mertebede insan kendisinin inşa ve ıslahı için uğraşmalıdır. İkinci mertebede ailesinin ve üçüncü mertebede toplumun inşası için çabalamalıdır. Kuran bu konuda şöyle buyurmaktadır: Nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki, nefisini kötülükten arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” Bu ayette Allah Teâlâ insanın ona lütfedilmiş bazı kabiliyetlerle kendi nefisini ıslah edebileceğini yahut heva ve hevesine uyup onu kötülüklere boğacağından bahsetmiştir. Başka bir ayeti kerime de ise şöyle der; “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten koruyun.” Burada da ikinci mertebe olan ailenin inşasına vurgu yapılmaktadır. Toplumun inşası için de şöyle buyrulmuştur: “Bir millet kendi vaziyetini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.” Bir millet kendi ahlakını, kendi huylarını, kendi adap ve davranışlarını kendisi değiştirmedikçe Allah Teâlâ da onları kendi hallerinde bırakacaktır ki günümüz buna en iyi örnektir.
Sonuç olarak Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanın yani bizlerin kendisini İslam ahlakıyla kemale erdirmesi, nefsini terbiye etmesi ve benliğini yapılandırması gerekmektedir. Zira kıyamet günü hepimiz elimize verilen bu kalemle çizdiğimiz tablolar olarak O’nun huzuruna çıkacağımız buyrulmuştur. Bundan sonra kendimizi nasıl ve ne şekilde çizeceğimiz bize kalmaktadır…
(Nisanur Dergisi-Ekim Sayısı)