27 yaşıma geldiğim zaman nihayet özel bir hastanede psikolog olarak çalışmaya başladım. Her meslekte olduğu gibi yine bazı tanıdıklar sayesinde burada kendime bir yer edinmiştim. 4 katlı ama epey geniş bir mimarisi olan hastanemizin çevresi bütünüyle ormandı. Şehirden uzakta,boyları bazen 3. kattaki odamın penceresinden daha uzun olan çamağaçlarının arasında sakin bir şekilde hastalarımızla ilgileniyorduk. Hastaneyi yaptıran ve sahip olduğu para uğruna işlediği günahlardan bu şekilde kurtulmayı uman yaşlı ve zengin yatırımcımız – ona yatırımcı diyorum çünkü buradan o da para kazanıyordu – hastalar için daha huzurlu olacağını düşündüğünden böyle bir yer seçmişti. Günler hızla akıp gidiyordu. Ortaokuldan beri hayalim olan mesleği icra edebildiğim için kendimle gurur duyuyordum. Bu şekilde günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı. Aylar da koskoca 5 seneyi çoktan tasmasından yakalayıp geçmişe doğru savurmuştu. Mesleğimin 6.senesini doldururken ,yani 33 yaşıma geldiğimde o eski gururum artık kalmamış olsa da yine de işimi severek yapıyordum. Ancak bu sevgim, o dönem yaşadığm bir olay yüzünden epey sarsıntıya uğramıştı.
Şimdiye kadar yardım etmeye çalıştığım onlarca hastam arasında, beni bir çocuğun hayatını darma duman eden olaylar kadar etkileyen vakalar olmamıştır. Çocuklara olan sevgim onların bu tür ızdıraplardan mahrum kalmasını dilemekle beraber tecrübelerim ne yazık ki bu tarz bir dileğin tuhaf dünyamızda gerçekleşemeyeceğini bana hep hatırlatır. Üstelik bu acı tecrübeleri mesleğe başladığım ilk yıllardan beri yaşamaktayım. Bunlara alıştığım için artık çoğusunu hatırlamıyor olsam bile içlerinden biri nedense aklımdan çıkmamakla kalmayıp, o dönemlerde kabuslarımda da beni yanlız bırakmıyordu.
Bu seferki hastam 11 yaşında , ikiz kardeşini kaybetmiş bir çocuktu. Hasta – doktor mahremiyetinden dolayı ismini veremiyorum ama beni tam olarak neyin bu kadar sarstığını anlatabilirim. Kardeşini bir trafik kazasında kaybetmişti. Ama birkaç gün önce kardeşinin cansız bedenini bir kutu içinde neden yerin altına koyduklarını halâ anlayamıyordu. Belki de anlamak istemiyordu.
O gün son randevum onunlaydı. Akşam 7’de, tam vaktinde odamdan içeri babasının elinden tutarak girdi. Onu en sahte ,yapmacık ve abartılı gülümsememle karşıladım.Mesleğim gereği eğer karşımdaki küçük bir çocuksa bunu yapmalıydım.”Bir gülücük, ufak bir çocuğun kalbimdeki veaklındaki sırlara ulaşmanızı sağlayan bir anahtardır” derdi üniversitedeki hocam. Ancak kendimi fazla kaptırmış olacağım ki babasının tuhaf bakışlarına maruz kalmıştım. Babası yaşananları bir gün önce telefonda anlatmıştı zaten ve bizi yalnız bıraktıktan sonra çocukla içinde bir büyük kitaplık,bir masa, -evet bu benim masam- , masamın önünde 2 rahat tekli koltuk ve masamın tam karşısında duran büyük bir koltuk ile donattığım odamda yalnız kalmıştık. Aslında odamın zeminine bir ”İran Halısı” serebileceğimi söylemişlerdi ama sadeliğin insana huzur verdiği söylenir! Onu büyük koltuğa oturttum ve ben de hemen yanına oturdum. Tıpkı babasının yapacağı gibi…
Yaşına göre ideal boy ve kiloda,siyah uzun saçlı ve kahverengi gözlü bir çocuktu. Bakışları sanki ” ben her şeyden haberdarım” der gibiydi. Bana bile şüpheyle bakıyordu. Mavi pantolonunun üstündeki tişörtünde bazı çizgifilm kahramanları vardı. Buradan sohbete başlayabileceğimi düşündüm. Ancak sanki düşüncelerimi okumuş olacak ki önce yutkundu, sonra da odamın halısız zeminine bakarak”onunla en sevdiğimiz çizgifilmdi, yakında geleceğini söyledi,birlikte izleyecekmişiz” dedi. Bir an için şaşırmıştım ama kendime gelip işimi yapmam gerekiyordu.
Tanışma faslını ve buraya neden geldiğini ona anlattığım kısmı boşverin. Günümüzde çoğu insan ne yazık ki psikolojik destek almadan yaşayamıyor ve buyüzden hepiniz giriş kısmını biliyorsunuzdur. Ya da en azından bir filmden görmüşsünüzdür. Ama bu çocuğun başına gelenler belki de kaliteli bir Hollywood drama-gerilim filmine konu olabilecek cinsten. Ya da benim başıma gelenler sadece gerilim…
Aslında boşverin. Belki de hikayemi anlatmaya kendimden başlamamalıydım. ”Olayları” en başından itibaren anlatmam daha iyi olur. Zaten bir psikolog arkadaşım da böyle söylemişti. Evet, ben de destek aldım. Yaşadığım travmayı en iyi nasıl atlatabilirim diye düşünürken bir meslektaşım bana her şeyi yazmamı , hatta tıpkı bir öykü yazıyormuş gibi, yazar edasıyla kağıda dökmemi ve onları okudukça aslında ne kadar da saçma olduklarını göreceğimi söylemişti. Aslında bunu ben de biliyordum, yani bu tarz bir tedavi yöntemi olduğunu… Sonuçta ben de bir psikoloğum ama kendi kendime sürekli ”iyi” olduğumu ve boş kuruntular yaptığımı söylüyordum. – Bir de bu konuda hastalarıma kızardım (!) – Ta ki artık buna dayanamayıncaya kadar. Zaten bu sebeple ancak 2 sene sonra bu defteri oluşturmaya karar verebildim. İşte şimdi kendi sorunlarıma ışık tutmak için, önce o küçük çocuğun yaşadığı travmayı eksiksiz bir şekilde anlatmalıyım. Aradan geçen süre boyunca tek bir kısmını bile unutmadım ve şimdi kendimin yazarlığını yapıyorum.
***
Yağmurun zaten bozuk olan asfaltı dahada çekilmez hale getirdği bir gündü. Bütün haftaiçi boyunca tatili iple çeken herkes gibi, ikiz kardeşler de o günün pazar olmasından epey memnunlardı. Ancak şiddetli yağmur onların bütün planlarını alt üst ediyordu. Evlerinin 3 sokak altındaki şu yeni açılan parka gitmek anneleri için küçük ama ikizler için büyük bir şeydi. Hele ki enerjilerini evin içinde atamayıp bütün hafta biriktirdilerse. Ancak koyu renkli bulutlar parktaki rengârenk oyuncakların hareketli ruhlarını çoktan sakinleştirmişti. Park o gün kapalıydı. Bulutların döktüğü binlerce yağmur damlası da çocukların enerjisini temizleyip atmıştı. Ancak ikizler o günü boş geçiremezlerdi. Buna imkan yoktu.
” Çocuklar, markete gidiyorum , gelip bana yardım ederseniz ödülü kaparsınız !”
Odalarında sakince bu sıkıcı günün geçmesini bekleyen ikizler, annelerinin bu çağrısından sonra önce şaşkın bir şekilde birbirlerine bakmışlar daha sonra da yataklarından fırlayıp hemen aşağı kattaki annelerine koşmaya başlamışlardı. Aynı büyük odayı rahat bir şekilde paylaşıyorlardı. Aynı mavi renk yatakları, aynı beyaz renk dolapları ve aynı kıyafetleri vardı. Çoktan dolaplarından aynı iki renk montlarını alıp, önce kimin aşağı ineceğine dair bir yarışın içine girmişlerdi. Acaba anneleri bu kıyafetleri hiç birbirine karıştırıyor muydu? Gerçi, karıştırsa ne farkedecekti ki ?
Merdivenin basamaklarını ikişer ikişer indiler. Sonraki aşama ufak tablolarla süslü bir koridordan geçerek mutfaktaki annelerinin yanına gitmekti ama bu sırada ” önce ben!”, ” hayır beni geçemezsin!” gibi şamataların arasında çoktan bir kaç tabloyu ve kendi üzerlerindeki miskinliklerini yere düşürmüşlerdi bile. Eh ,en azından ikincisini toplamak zorunda değillerdi.
Anneleriyle ödül konusundaki pazarlıklarını başarıyla tamamladıktan sonra hemen dışarı fırlamışlar ve arabanın yanında onlar kadar enerjik olmayan annelerini beklemeye başlamışlardı. Anneleri geldiğinde ufak bir ön koltuk kavgasından sonra yola koyulmuşlardı. Sıralı müstakil evlerin arasından geçip şehrin daha orta kısmında bulunan markete doğru yol alırlarken, içlerinden birinin yolculuğunun marketten çok daha öteye olduğunu nereden bilebilirlerdi ki ?
Yolda, kaza yapmış iki arabanın yanından geçtikten sonra, karşı şeritten son hızla gelen ambulanslar annenin dikkatini çekmişti. Bir kaç yüz metre ilerdeki bir ışıkta durdukları sırada da önlerinde bulunan bir cenaze arabası da tüylerini diken diken etmişti. Tabutun küçüklüğüne bakılırsa bir çocuktu içinde yatan. Acaba içinde biri var mı diye düşünürken çoktan yeşil yanmıştı bile.
Market ufukta görünüyordu. Çocuklar da çoktan isteklerini saymaya başlamışlardı.Arabayı marketin karşısında müsait bir yere park ettikten sonra indiler ve her ikisi de annelerinin bir elinden tutarak karşıya geçtiler. Bu yağmurlu günde yollarda ne olacağı hiç belli olmazdı. Ama tabi bu, çocukların umrunda değildi. Onlar çabucak ödüllerini istiyorlardı.
Aldıkları alışveriş arabasını doldurmaya daha yeni başlamışlardı ki ikizlerin bitmek bilmeyen istekleri çoktan marketin raflarını boşaltmaya yetecek kadar olmuştu. Ancak pazarlıklarını önceden yapmışlardı ve bu marketten alabilecekleri tek şey ikisine de birer büyük çikolataydı. Annelerinin, eğer devam ederlerse ödülü alamayacaklarını söylemesinden sonra ikisi de sakinleşmiş ve söylenen şeyleri ikiletmeksizin sepete koymaya başlamışlardı. Bu şekilde 1 saat kadar market raflarının arasında dolaşmışlardı. Keşke hep orada kalsalardı ama azrail bugün erken gelip tırpanını marketin kapısına yaslamıştı bile.
Aldıkları şeylerin kasadan geçmesi ve ödenmesi o kadar uzun sürmüştü ki çocuklar dayanamayıp ödüllerini açmaya yeltenmişler ama sonra annelerinin sert bakışları arasında poşete geri koymuşlardı. İkisi de hafif olan poşetleri ellerine almış, ağırları annelerine bırakmışlardı ve işin kötüsü çikolatalar ağır olanlardaydı. Ne yazık ki arabaya gidene kadar bekleyeceklerdi.
Marketten çıktıklarında yağmur yavaşlamıştı ama yerler hala ıslaktı. Trafiğin yoğun olduğu bir saatti çünkü kış mevsimi olduğu için hava erken kararmaya ve insanlar evlerine erken dönmeye başlamıştı. Çocuklar bu sefer annelerinin elinden tutamazlardı. Bu yüzden anne çok daha temkinli bir şekilde yola çıkıp, karşıya geçmişti. Anne karşıya geçebilmiş olmanın, çocuklarsa ödüllerine en sonunda kavuşabilmiş olmanın rahatlığıyla torbaları arabaya koymaya başladılar. İkizler bir an önce büyük torbadaki ödüllerini almak için aceleyle ellerindeki küçük poşetleri annelerine vermişlerdi ve o da fazla ıslanmamak için poşetleri hızlıca arabaya koyuyordu. Hemen büyük poşetleri karıştırmaya başladılar. Keşke birkaç dakika daha sabırlı olsalardı ama içlerinden biri çoktan iki çikolatayı da bulmuştu.
Şeytanın ortaya çıkıp insanların başına nice dertler açabilmesi için ne de uygun ve kasvetli bir gündü. Ama bu iki küçük çocuğa bulaşacak kadar aşağılık olabilir miydi ?
Kardeşi kendi ödülünü ararken, diğeri çoktan ikisini de bulmuştu. Ama şeytan bugün çok fazla çalışmak istemiyordu. Ufak bir şeyle günü kapatma derdindeydi ve bu yüzden yapacağı tek şey çocuğun aklına girmek oldu. Bugün onları seçmişti. Yağmur damlalarının arasında onu kimse göremezdi !
Çocuk ani bir kararla çikolatalardan birini montunun içine sakladı ve diğerini havaya kaldırarak ”buldum, buldum !” diye bağırdı. Diğeri üzülmüş bir halde ona baktı çünkü kendi ödülünü bulamamıştı. Şeytan için küçük ama bir çocuk için ne büyük şeydi. Acaba yağmur damlalarının arasından bakıp gülüyor muydu ? Eğer öyleyse saklanması gerekiyordu çünkü ödülünü bulamayıp hayal kırıklığına uğramış olan, cennetin sahiplerinden birine durumu bildiriyordu..
” Anne, benim ödülüm nerede ? Bulamıyorum ! ”
” Ortadaki büyük poşette oğlum iyi bak ”. Bu sırada küçük poşetleri yerleştirmiş ve büyüklere geçmişti.
Çocuk tekrar ortadaki büyük poşeti karıştırdı ama bulamadı. Hatta bir ara hızını alamayıp birkaç şeyi poşetten yere düşürünce annesinin ufak çaplı hışmına uğramış ve hepten ümitsizliğe kapılmıştı. Artık tüm poşetler çoktan arabaya konmuştu ve gitme vaktiydi. Ama şeytanın işi henüz bitmemişti. Çocuk son bir ümitle kardeşine döndü. Kardeşi çoktan kendi ödülünün keyfini çıkarmaya başlamıştı ve yoldan geçen arabaları seyrediyordu. Onu omzundan tutup kendine çevirdi.
” Sen aldın değil mi ? Benimkini ver! ”
” Neyi almışım ? Ben de birşeyy ok.”
” Benim çikolatam. Sende olduğunu biliyorum, hadi ver onu bana. ” Bunu söylerken kardeşine doğru yürümüştü. Keşke kardeşi yaptığı yanlıştan dönmeyi seçseydi. Bu sırada anne de durumun farkına varmıştı ve araya girdi:
” Hadi oğlum, kardeşinin hakını ver ve arabaya binin”
” Bende değil. Kesin benimkini almak için kendininkini bilerek saklamıştır ! ”
Ne kadar yanlış bir cümle. Ne kadar saçma bir konu. Şeytan! Yapacak başka bir şey bulamamıştı !
” Ver diyorum sana ver artık ”.
Çocuk, kardeşine doğru bir hamle yaptı. Yolun kenarında ufak çaplı bir boğuşma başladı ama kardeşi hem kendi çikolatasını elinde tutup hem de montunun altına sakladığı diğerini düşürmeden kavgaya devam edemezdi ve elinde olmadan montunun altındaki altın külçesini yere düşürdü. Keşke bu kadar şey bir altın külçesi için yaşanmış olsaydı ama meğer şeytanın planı çok daha karmaşıkmış. Çocuk çikolatayı yere düşürmesine ve bir an için kardeşinin ve annesinin şaşkın bakışlarına maruz kalmasına rağmen hızlıca bir hareketle onu yerden hemen almış ve ”hayır bu benimki diyorum sana, kendine yeni bir tane al” diye bağırarak kaçmaya başlamıştı. Nereye gidecekti ki ? Muhtemelen yolun karşına geçip kardeşini ve annesini birkaç dakika sinir ettikten sonra annesinin gazabını hatırlayıp geri gelecekti. Ama ani bir hareketle yolun ortasına atladığında ,bu evrende şeytanla azrailin birlikte çalıştığını yaşayarak(!) öğrenecekti. O sırada yolcusunu gitmek istediği yere zamanında ulaştırmak isteyen bir taksi, azrailin yerine ona bunu öğretecekti…
***
Evet, işte bütün olayların başlangıcı böyleydi. Babasından, annesinden ve hayalgücümden elde ettiklerim bundan ibaret. Şimdiye kadar anlattıklarım sadece olayların nasıl başladığıyla ilgiliydi. Dürüst olacağım.Olayların devamını sanki kurmacaymış gibi yazamam. Hepsi kafamda ilk günkü kadar canlıyken bunu yapamam. – Böyle düşünerek iyice hastalarıma benzediğimi kabul ediyorum ama yapamayacağım -Çünkü, dediğim gibi şimdi anlatacaklarımda ise olayların nasıl devam ettiğini eksiksiz bir şekilde yazıya dökmeye çalışacağım ve bu kısım çok daha karanlık. Bu yüzden işin içine yazarlık katmadan, katışıksız anılarım olarak yazacağım.
Nereden başlasam ki…Hah ! O an ki şaşkınlığım… Evet, hiç unutamıyorum. Demek geri gelecek ve birlikte çizgifilm izleyeceksiniz ha ? Bu, kısa meslek hayatım boyunca rastladığım bir durum. Özlemi duyulan kişiyle iletişim,onun silüetini olur olmadık zaman ve yerlerde görme, ya da sadece onun sesini duyma… Yada bazı durumlarda ölen kişinin ardında bıraktığı boşluğu doldurmak için üretilmiş bir hayali kahraman…Çocuklarda bu tarz bir travmadan sonra genelde bu son durum gözlemlenir ve hayali arkadaşın genelde ölen kişiyle pek bir ilgisi olmaz. Ama şuan karşımda oturan çocuk kaybettiği kardeşiyle iletişim kurduğunu sanıyordu. Yani en azından umarım öyle sanmıştır…
” Demek kardeşinle birlikte izleyeceksiniz ? ”
” Evet. ”
” Hımm, peki o ne zaman geleceğini söyledi mi sana ? ”
” Hayır, sürpriz yapacakmış. Ayrıca bana bir de hediyesi varmış. ”
” Vay canına bu harika. Peki bütün bunları ne zaman konuştunuz bakalım? ”
Aslında bu sorunun cevabını biliyordum. Zaten çocuğun bana getiriliş sebebi buydu. Kardeşi öldükten sonraki hafta, bir gece yatağında yarı doğrulmuş bir vaziyette kendi kendine konuşurken bulmuşlardı. Ama işin daha da ilginç tarafı doğruca ölen kardeşinin yatağına doğru bakarak konuşuyormuş. Bunları da babası detaylıca anlatmıştı bana.
” Dün gece. Neden gece geldiğini bilmiyorum ”
” Ona sormadın mı bunu peki?”
” Sordum ama annemlerin bilmemesi gerekiyormuş, aslında hiçbir yere gitmemiş ve onlara da bir sürpriz yapacakmış”
Çocuk aklı ne kadar da tuhaf. Bazen bizden daha akıllı, bazen bizden daha saf. Bu şekilde konuşmamız bir saat kadar sürmüştü. Henüz tedaviye başlamamıştım. Önce,çocukla ve sürekli konuştuğunu söylediği kardeşi arasındaki ”hayali” diyalogları analiz etmeliydim.
Bu şekilde çocuğun aslında tam olarak nasıl bir sorun yaşadığını, içten içe ne istediğini ve tam olarak neyin özlemini çektiğini anlayabilirdim. Ama önce,bir süre ona gülümsemeliydim. Gülümsemek, aradığım sırlara ulaşmamı sağlayacak bir anahtardı ne de olsa…
” Hey bak ne diyeceğim, eğer sana nezaman geleceğini ve çizgifilmi ne zaman izleyeceğinizi söylerse bana haber verir misin ? ”
” Bilmiyorum..Galiba olmaz. Kimseye haber verme demişti”
” Ama ben de o çizgifilmi çok severim. Beraber izleyemez miyiz ? İzlerken yemek için çok güzel şeyler de getiririm.. Babana da söylemem, aramızda kalır ha ne dersin ?
” Olmaz. Evde mutlaka beni görür. Babam abur cubur yememi istemiyor.
İşte bu! Devasa bir dört yapraklı yoncanın üstünde bana sunulmuş dev bir elmas! Olayı yerinde ve yaşanırken incelemek için bir fırsat. Tabi ki bu fırsatı kaçıramazdım…
” O zaman burada izleriz. Baban nasılsa burada olmaz. Hem kardeşinle de tanışmayı çok istiyorum.” dedim.
İşte bu şekilde onu, çizglifilmi benim odamda izlemeye ikna etmiştim. Aslında biraz da kötü hissetmiştim çünkü bir çocuğu tıpkı onu kaçırmak isteyen biri gibi kandırmıştım. İşte bu da mesleğin bir cilvesiydi. Yanlış hatırlamıyorsam hala bir psikoloğum…
Bundan sonraki konuşmalarımız havadan sudandı. Daha en baştan istediğim şeyi aldığım için sonraki uzun dakikalar iki yakın arkadaşın geyik muhabbeti şeklinde geçmişti. Bütünüyle güvenini kazanmıştım. Artık yapılması gereken tek şey hayali arkadaşın, yani kardeşinin çizgiflimi izlemek için ne zaman geleceğini çocuğa bildirmesiydi. Çizgifilmin ne zaman yayınlandığını bilsem, bu aynı zamanda hayali kardeşin geliş tarihi de olurdu ama bunun için önce çizgifilmin adını bilmem gerekiyordu. Ve tanrı bu şekilde elmasını geri alıyordu sanki. Adını bilmiyordum! Çocuğa sorup kendimi ifşa da edemezdim. Ama bunu önceden bilmek zorundaydım çünkü sonraki randevuyu o tarihe verip babasına da bu konuda ısrar etmeliydim. Bunu nasıl yapacağımı düşünürken süremizin dolduğunu farkettim. Elimden birşey gelmezdi. Kapıyı açıp çocuğu, hemen orada, korıidordaki bir koltuğa oturmuş olan babasının yanına götürdüm. Vedalaşma faslı bitip,babasının elinden tutup gideceği sırada gözlerini birden bana çevirip şöyle dedi :
” Çizgifilm yarın akşam ,unutma !”
Ve elmas tekrar bendeydi… Çocuk aklı işte. Yarın olmasına rağmen, yine de hayalindeki kardeşinin çizgifilmi izlemek için ne zaman geleceğini söylemesini bekliyordu…
Babasına, yarın aynı saatte bir seans daha yapmamız gerektiğini ve mutlaka gelmelerini söyledim. İşte bu kadar. Belki de meslek hayatımdaki en kolay ve en şanslı günümdeydim.
Onlar koridorda uzaklaşmaya başladıktan hemen sonra yapmam gereken çok önemli bir şey vardı : odama bir televizyon kurmalıydım ! Ve bunu yarın akşama kadar yapmalıydım. Şanslıyım ki yarın başka randevum yoktu. Bütün gün bununla uğraşabilirdim
***
O gece evime gidip yatağıma yattığımda bir türlü uyuyamamıştım. Çok iyi hatırlıyorum. Tamam daha önce de bu tarz vakalar ile karşı karşıya kalmıştım. Ama hiçbiri beni bunun kadar heyecanlandırmamıştı. Farkı neydi ki ? Neden uyuyamıyordum ?Ama iyi de olmuştu. Bütün gece, yarın akşamki seansı planlamıştım. İlk olarak sabah hastaneye giderken yanımda bir televizyon götürmeliydim. Bilgisayarımdan da izleyebilirdik ama çocuk kendini evinde gibi hissetmeliydi. Bu çok önemliydi. Evimdeki kendi televizyonumu götürebilir ve akşam olmadan kurabilirdim. Bu ilginç vaka hakkındaki merakım için bu zahmete girebilirdim. Sonra doğru kanalı bul ve izlemeye başla. Abur cuburları da unutmamalıydım ama tabi ki bunları yarın babasına detaylıca anlatacaktım. İzlerken çocuğu gözlemlemeli ve notlar almalıydım. Ve eğer elmas hala bendeyse muhtemelen yarın her şey netleşirdi ve tam olarak ne tarz bir rahatsızlıkla karşı karşıya olduğumu bilerek ona göre bir tedavi uygulardım. İşte, her şey hazırdı…
Sabah olmuştu. Bu sefer yağmur ve kara bulutların yerine güneş gökyüzündeki yerini almıştı. Hiç uyuyamamıştım ama yine de çok iyi hissediyordum. Sabahın sekiziydi. Önce kahvaltı etmem gerekiyordu ama ben salondaki telezivyonumu sökmüş ve çoktan dışarı çıkıp arabama koymuştum. Tuhaf bir gecenin ardından tuhaf bir sabah kaçınılmazdır. Keşke pijamalarımla çıkmasaydım…
Eve dönüp aceleyle bir şeyler yedim ve giyinip koşar adımlarla arabama geri döndüm. Çok hızlı sürüyordum. Bir an önce akşam olsun istiyordum ama ben arabayı hızlı sürünce zaman hızlanmıyordu. Hastaneye vardığımda kucağımda büyük bir televizyonla içeri girmeye kalkışınca güvenlik görevlisi olan genç beni durdurup sürekli konuşmaya başladı. Sürekli sorular sorup bir şeyler söylüyordu : ” beyefendi onunla giremezsiniz”, ” hasta yakını mısınız ?”, ” size durmanızı söylüyorum ” , ” üzgünüm bu şekilde giremezsiniz…” Onu susturmak için yaptığım tek şey koca televizyonu yüzümün önünden indirmek oldu.
” Siz miydiniz doktor bey ! Özür dilerim tanıyamadım.”
” Bana yardım eder misin şunu odama çıkaralım ”
” Elbette,ama…Sadeliği sevdiğinizi sanıyordum ”
Bu tuhaf muhabbetin ardından masasından kalkıp televizyona bir el attı. Umarım görev yerini boş bırakması sorun olmamıştır.
Sonunda televizyonu odama çıkartabilmiştim. Yani çıkartmıştık. Onu geri gönderdim ve televizyonu kurmaya koyuldum. 2 Saat ! Alt tarafı bir televizyondu ama onu kurmak 2 saatimi almıştı. Halbuki evdeyken söküp arabaya götürmek sadece 10 dakikamı almıştı.
Saat öğlene geliyordu. Sabah yaptığım basit kahvaltının etkisi çabuk geçmişti. Bir şeyler yemek için kafeteryaya indim. O anki açgözlülükle ne yediğimi bile hatırlamıyorum. Odama geri çıktım. Sürpriz bir ziyaretçim ya da hastam çıkagelmediği sürece bütün gün oyalanacak bir şey bulmalıydım. Dolabımda sakladığım kitaplarımı karıştırmaya başladım. Orijinal metniyle yazılmış Faust’umu alıp masama geçtim ve okumaya başladım. Kendimi arada bir oradaki doktorun yerine koymuşluğum vardır. Ama yıllardır kaç sefer okumama rağmen bu eserin şiirsel yönü bana hep fazla gelir. Yeni yediğim yemeğin ve bu şiirsel eserin etkisiyle iyice artan uykuma yenik düştüm. Hem randevu saatine kadar biraz kestirmek zamanın hızlı geçmesi açısından iyi olurdu. Şuan bunları yazarken kaçıncı kez kendime ”keşke kestirmeseydin” dediğimi bilmiyorum.
***
Birden uyandım. Büyük koltukta uzanmıştım. Ama bir terslik vardı… Hava kararmıştı! Birden panikle aklımdan çeşit çeşit kıyamet senaryosu geçti. Randevuyu kaçırmış mıydım ? Kaç saat uyumuştum ? Şuan saat kaçtı ? Hemen kolumdaki saate baktım ama kolumda saat falan yoktu. Sabah evden çıkarken saatimi taktığıma yemin edebilirdim. Çöpü dışarı çıkarırken bile saatini takan biriyimdir ben. Herkesin bir hobisi vardır…
Evde unutmuş olmalıyım diyerek kendimi yatıştırdım. Keşke odama bir duvar saati koysaydım. Ah şu sadelik ! Telefonum ? Telefonumu da bulamıyordum. Gün boyunca her şey tuhaf gitmişti. Saatim ve telefonum ortada yoktu. Saatimi unutmuş olabilirim ama telefonumu unutmuş olamam herhalde diye düşünürken gözüm televizyona ilişti. Hastanenin bodrumundan getirttiğim bir masanın üzerinde aynen duruyordu. Ama açıktı ve ekranı siyah beyaz milyarlarca noktayla doluydu. Onu çalıştırdığımı hiç hatırlamıyordum. Neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. En iyisi kalkıp aşağı ineyim diye düşündüm. Odamdan çıktım ve koridorda yürümeye başladım. Çok tuhaftı. Çok sessiz ve sanki kimse yokmuş gibiydi. Kıyamet senaryolu klişe bir filmde gibiydim. Hastanede, yanlız… Herkes neredeydi ?
Kafeteryaya indim. Ama orası da boştu. Giderek daha da ürkmeye başlamıştım. Herkes nerede olabilirdi ki ? Yeniden koridorlarda dolaşmaya başladım. Adımlarım giderek hızlanıyordu. Neden hızlı hareket ettiğimi bilmiyordum. Yavaş yavaş koşmaya başladım. Ama kimseyi göremedim. Ben uyurken neler olmuş olabilirdi ? Koca binada kimse yok gibiydi. Bir şeylerin ters gittiği belliydi. Hemen odama geri çıkıp arabamın anahtarlarını almaya karar verdim. Tam odamın kapısına kadar geldiğim zaman anahtarın aslında cebimde olduğunu hatırlayınca yüksek sesle ettiğim küfürleri hala hatırlıyorum.Ama bir terslik vardı. Odamdan bir ses geliyordu. Birisi sürekli bir yere vuruyor gibiydi. Ritmik ve sürekli olarak tekrarlıyordu. Sonra birden ses kesildi. Birkaç saniye olduğum yerde korkudan hareketsiz kalmıştım. İçerdeki de kimdi ?
” Doktor Bey !”
Bana sesleniyordu. Ses bana çok tanıdık gelmişti. Ufak adımlarla kapıya iyice sokuldum. Derin bir nefes aldım ama veremedim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Yavaşça kapıyı araladım. Az önce aşağı inerken kapıyı açık bıraktığıma emindim. En sonunda kapıyı tam olarak açtığımda ilk başta içerde kimseyi göremedim. Ama gözüm sol tarafımda duran büyük koltuğa iliştiğinde yaşadığım dehşeti hala unutamıyorum. İki kardeş de orada oturmuş bana bakıyordu. İkisi de !…
***
” Doktor Bey iyimisiniz !?”
Birden gözlerimi açtım. Kalbim çok hızlı atıyordu. Sırılsıklam terlemiştim. Yavaşça doğrulmuştum. Sürekli derin nefes alıp veriyordum.Merak etmeyin, bu anlattıkarım gördüğüm bir kabustu. Başımı Faust’un üzeirne koyup masamda kestirmiştim ya hani, o işte! Hava akşam üzeri gibiydi ve çocukla babası kapıda durmuş bana korkan gözlerle bakıyorladı. Faust okuyup uykuya dalarsanız sonu böyle olur tabi. Nefes alış verişlerim düzeldiğinde babasına durumu uygun bir şekilde izah etmem gerektiğini düşündüm.” Çok özür dilerim. Çok özür dilerim uyuyakalmışım. ”
” Gece uyuyamadınız mı ?” Bu soru babadan gelmiş olsa önemsemezdim ama bunu bana çocuk sorunca bir süre ürkerek ona bakmıştım. O ise bana bakıp gülüyordu. Sonra yine de babasına dönüp:
” Şu sıralar uyku problemlerim var, biraz yoğunum ” dedim. Etkili bir yalan olmuştu. Hele ki bir psikologsanız yoğun olmanız ne yazık ki çok normaldir. O da bana hak vermişti ve :
”Haklısınız ama iyi görünmüyorsunuz. Bir şey ister misiniz ? İsterseniz sonra gelelim ?” demişti.
” Hayır hayır lütfen. İyiyim teşekkür ederim. Buyrun siz dışarıda bekleyin.Biz de genç adamla bugünkü seansımıza başlayalım.”.
Alnıma ” kaçıkdoktor” mührü basılmadan onu dışarı göndermiş olmanın rahatlığıyla bir süre sakince nefes alıp vermiştim ve masamın çekmecesinden bir peçete alıp terimi silmiştim. Bu sırada çocukta çoktan büyük koltuğa oturmuştu. Acaba saat kaçtı ? Ürkerek sol bileğime doğru bakmıştım ve evet saatim oradaydı. Tabi ki de onu unutmamıştım, ne aptaldım ! Saati kolumda göremeyince anında kabus olduğunu anlamalıydım zaten. Kol saati… Alışkanlık işte. Neyse, devam ediyorum.
Saat akşam 7’yi birkaç dakika geçiyordu. Yavaşça ayağa kalktım ve kitabı yerine koydum. Bir daha okumaya kalktığım zaman yanıma bolca kahve alacağım diye kendimi tembihledim. Uyumamak için…
Odamın camını açıp temiz havayı içime çektim. Sonra aklıma telefonum geldi. Önce kendi kendime güldüm ama sonra ciddileşip hızlı bir hareketle elimi sağ cebime attım. Evet telefonum da yanımdaydı…Kabusun etkisinden iyice kurtulmuştum. Artık seansa başlama vaktiydi. Çizgifilmi kaçırmak istemiyordum. Camı açık bırakıp çocuğun yanına oturdum. ” Nasılsın” kısmından sonra birden çok önemli bir şey hatırladım. Abur cuburları unutmuştum! ”Umarım onların yokluğunu fark etmez ”diye düşündüm içimden.O da zaten bir an önce televizyonu açmam için beni çekiştirip duruyordu. Yanında duran kumandayı uzanıp aldım ve televizyonu açtım. İşte başlıyorduk.
” Eee…Kardeşin ne zaman geleceğini söyledi mi ? Onunla tanışmayı çok istiyorum.”
” Çizgifilm başlayınca geleceğini söyledi. Hadi çabuk aç yoksa kaçıracağız!”
” Pekala, hangi kanald…..”
” 7! 7’ye basman lazım. ”
Dediğini yaptım ve 7. kanalı açtım. Bir çizgifilm kanalıydı… Yetişkinlerin, çocukları için almak zorunda kalacaklarını bildiklerinden, bu tarz kanallar hep ücretliydi ama şanslıyım ki koridorun sonundaki başhekimin odasında bulunan televizyondan benim odama bir kablo çekerek bunu önceden halletmiştim. Ah şu teknoloji…
Çizgifilmi izlemeye başladık. Çocuğun dün giydiği tişörtünde yer alan karakterleri tanımıştım. Doğru şeyi izliyorduk. Artık tek yapmam gereken kardeşin gelmesini beklemekti. Yani çocuğun öyle sanmasını beklemek…
Dakikalar geçiyordu ancak herhangi bir hareket yoktu. Artık sıkılmaya başlamıştım. Sürekli çocuğu gözlüyordum ama o televizyona odaklanmıştı. Ümitsizliğe kapılıyordum. Bu akşam, çocuğun yaşadığı rahatsızlığı yerinde gözlemler ve hemen ertesi gün uygun tedaviye başlarım diyordum ancak sanırım boşuna hayal kurmuştum. Aceleci davranmış olabilirdim. Bu da bir ihtimaldi ama yine de, tam olarak ümidimi kesmeden önce çocuğa sordum:
” Kardeşin neden gelmedi ?”
” Geldi ya, bak yanımda oturuyor ! ”
Ben çocuğa ,çocuk da bana bakıyordu. Ben ona ” ne diyorsun sen ” gibisinden bakıyordum o ise bana bakarken gülümsüyordu. Sonra devam etti :
” Özür dilerim haber vermeyi unuttum”
İşte o an bu andı. Üzerimdeki şaşkınlığı hemen attım ve düşüncelerimi topladım.
” Bizi tanıştırmayacak mısın ?”
” O zaten seni tanıyor ”
Ben kendimi topladıkça, sorduğum sorulara aldığım her cevap beni yine dağıtıyordu. Ne demek beni tanıyormuş! Bir doktor olarak bunu yapmamam lazımdı ama o an içimden küfrettiğimi hatırlıyorum. Ne tuhaf bir gündü…
” Ben onu tanımıyorum , belki bana ondan sen bahsedersin ?”
” Olmaz! Çizgifilm izlerken rahatsız edilirse çok kızar. Aramızda kalsın, onu kızdırmak istemiyorum.”
Durum kötüye gidiyordu. Çocuğun artık korkmaya başladığını anlamıştım. Aslında o da içten içe bunların gerçek olmadığını hissediyordu. Ama henüz farkına varamayacak kadar küçüktü. Nasıl bir yol izlemeliyim diye düşüncelere dalmıştım. Daha önce benzer vakalar ile karşılaşmıştım ama bunun gibisini ilk kez görüyordum. Bu akşamki gözlemlerimi diğer meslektaşlarımla paylaşmalıyım diye düşündüm. En iyi seçenek buydu. Sonra birden çocuk beni çekiştirmeye başladı ve dalgınlığımdan uyandırdı.
” Bitti. Artık gidebilir miyim ? Annem bana en sevdiğim yemeği yaptığını söyledi”
Çizgifilm bitmişti. Dalgınlığım ve şaşkınlığım sırasında vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Süremiz de bitmişti. Çocuğu babasına geri götürmeden önce , olanları babasına anlatmalıyım diye düşündüm.
” Elbette. Çizgifilm çok güzeldi. Kardeşin de sevdi mi ?
” Benimle konuşmuyor. Sadece sana sürprizim var diyip duruyor”
Gider ayak ne kadar fazla veri toplasam kârdır diye düşünerek sordum :
” Ben de çok merak ettim. Sürprizini öğrendiğinde bana da söyler misin?” Bu cümlemden sonra çocuk birkaç saniye sessiz kalmıştı. Kafasını yana çevirmişti. Sonra tekrar bana bakarak :
” Sen öğrenemezmişsin. İmkansızmış ” dedi.
Belki de bugünlük bu kadar yeter diye düşünüyordum. ” Peki o zaman, hadi babanı çağıralım ” dedim ve onu odada bırakıp koridordaki babasının yanına gittim. Ona her şeyi detaylıca anlattım. Henüz bir tedaviye başlayamayacağımı ve çocuğun durumunu diğer doktorlarla tartışacağımı da ekledim. Bu duruma çok üzüldüğü her halinden belli oluyordu. Yavaş adımlarla odama doğru yürümeye başladık. Odaya yaklaştığımız sırada ikimiz de duyduğumuz sesle bir an için birbirimize baktık. Çocuk yine kardeşiyle konuşuyordu. Yani en azından o öyle sanıyor olmalıydı. Onu korkutmamak için babasıyla birlikte yavaşça odaya girdik.
” Aşağıya mı? ” Neden oraya gitmemiz gerekiyor ki ?
O an gördüğüm şey, tam olarak iki yıldır rüyalarıma giren şeyin ta kendisidir. Çocuk ayağa kalkmış ve pencereye doğru yürüyordu. Çoktan birkaç adımlık mesafesi kalmıştı. Sağ elini biraz havaya kaldırmış ve görünmez bir şey tutuyor gibiydi. Elinde hiçbir şey yoktu ki ! O haliyle sanki kendinden uzun boylu birinin elinden tutuyormuş gibi görünüyordu. Lanet odada bizden başka kimse de yoktu! Babasıyla ona seslenip var gücümüzle koşmaya başladık. Ama o uzun boylu gizemli varlık, o tanrının cezası, belki de azrailin ta kendisiydi ! Çocuğun elinden tutup, onu 3.kattaki odamın açık penceresinden sonsuzluğa yollamıştı. Evet artık ona varlık diyorum… Çünkü gün geçtikçe gerçek olduğuna inanıyorum…
***
Çocuk aşağı düştüğünde boynu kırılmıştı. Biz yanına gidene kadar zaten çoktan ölmüştü. Babasının haykırışlarından sonra bayılıp yere düşmesi halâ aklımdadır. Ama daha da acı vereni, cebinden düşen küçük bir çikolataydı. Acaba oğluna mı almıştı ? Eğer öyleyse, kardeşi intikamını almış demekti.
İşte, 2 sene önce yaşananlar böyleydi. Yazabileceklerim bunlardan ibaret. Peki şuan ne mi yapıyorum ? Tek yaptığım geceleri şarabımı yudumlarken yıldızları seyretmek ve sürekli takip ediliyormuş hissinden kendimi kurtarmaya çalışmak.