Deniz kendinden geçmiş bir mayhoşluk içinde kopup gidiyordu bu diyardan. İsyan edercesine. Delirircesine. Fırtınalar koparırcasına. Onun da takati kalmamıştı bizler gibi. Taşıyamıyordu işte bu yükü, ne yapsın! Gidecek bir yeri mi vardı sanki? Tüm benliğiyle bu şehirde var olmuştu ve edebilirse devam edecekti var olmaya.
Roma, Bizans, Osmanlı İmparatorluklar’ını üzerinden geçirmiş, sırasıya Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul adlarını almış şehir eski günlerini özlüyordu. Belki eskiden de huzuru yoktu. Onca talipleri arasında sürekli itilip kakılmıştı. Belki hiçbir zaman huzur bulamayacaktı bu nadide şehir. Ama bu kadar bunalmış mıydı eskiden? Bu kadar kendinden geçmiş miydi? Bu kadar horlanmış mıydı? Keşke ağzı olsaydı da deyiverseydi kalbinden geçenleri. Ama nafile. Belki ben tercüman olurum onun gönlünden geçenlere.
Gün geçtikçe kara bulutlar tepesinden inmez oldu. Suları içilmez, insanları çekilmez, yolları yürünmez oldu. İstemez miydi o da masmavi boğazında insanlar kulaç atsın? İstemez miydi o da yollarında yürürken tekinsizlik olsun? İstemez miydi o da kapkara bulutlar yerine masmavi günlerle ‘’merhaba!’’ desin sabahlara? İsterdi, hem de çok fazla isterdi. Lakin ne zaman, yaratılanlar içinde en fazla zararı veren insanoğlu kontrolden çıktı. İşte tam da o zaman bu boş heveslerden sıyrıldı İstanbul. Artık kendi yoluna bakacaktı. Bir karınca, bütün bir yaz didinip durur bir kışı geçirebilmek için. Bir domates fidesi, aldığı su, mineral ve karbondioksitle meyvesini verir. Yanında da armağan olarak oksijen verir, biz temiz havayı soluyalım diye. İstanbul bu canlıların hepsine minnettardı fazlasıyla. Fakat bir canlı hariç; insan!
Zavallıcak tüm sitemlerine karşın ses etmedi, etmez de. Neden mi bu kadar emin konuşuyorum? Çünkü onu çok yakından tanıyorum, yirmi üç yıldır. O hiç istifini bozmaz. Asildir. Her zaman dik duracak kadar yüreklidir. Kimseyi kırmak istemez. Fakat onu çok kırıp dökmüşlerdir. Korunmayan tarihiyle surlarını yakıp yıkmışlardır. ‘’İskele’’lerini darp etmişlerdir. Geriye kalan cazibesini kaybetmiş tuğladan, betondan yığınlardır.
Ah İstanbul. Seni izlemek vardı şöyle bir tarih kokan, darbe almamış, uzuuunca İSKELElerinden. Atlamak vardı mai denizlerine İSKELElerinin en derin yerlerinden. Atmak vardı simitleri koparıp koparıp, martıların birbiriyle cebelleştiği o İSKELElerinden bindiğim vapurlarında. Bakmak vardı o kapkara bulutların ardında kalan göklerin en güzel mavisine İSKELELERİNDEN!