İstanbul benim şehrim… Cıvıl cıvıl renkleri, eşsiz manzarası, bitmek bilmeyen enerjisi bendeki güleryüzü, sade ama mutluluk dolu hayalleri anlatıyor. Nasıl İstanbul’a dışarıdan bakanlar onu büyüleyici buluyorsa beni de tanımayanlar her daim mutlu, mesut şen şakrak biri zannediyor. Halbuki kalbim İstanbul geceleri kadar gümbür gümbür atarken aklım çıkmaz sokaklarında kayıp.
Kum saati tersine döndüğü günden beri kum taneleri avucumun arasından akıp gidiyor. Bitsin dediğim her an, her dönem için o kadar pişmanım ki. Nerede o çocukluk dönemindeki aptal gülümseme, bol şekerleme, saf ve temiz düşünceler; Nerede o ergenlik dönemindeki utangaçlık, gizli saklı bir şeyler yapma arzusu? Hepsi geride kaldı.
Dertler derya olmuş bense bir sandal… Sabahları işe giderken ayaklarım geri geri gidiyor. İnsanlar sabahın köründe bir çalar saat sesi ile zorla uyanıyorlar. Ikınarak sıçtıktan sonra boğazlarından aşağı zorla ittirdikleri iki lokma ile İstanbul trafiğinde kendi buhranlarına yetişmek için adeta savaş veriyorlar. Ve bunu rutin olarak her gün tekrar edip, böyle bir hayata sahip oldukları için birilerine karşı şükran hissi duyuyorlar. Duymak zorundalar çünkü; çevrelerindeki mutlu ve rahata ulaşmış insanlardan ne farkları var? Onlar da hak ediyor refah dolu bir yaşamı. Bir yazlığı, bir arabayı, yılda iki kez tatili, eli poşetlerle dolu dönülen alışveriş seferlerini, yurtdışı tatillerini… Kendimiz için değil egomuz ve rahatımız için yaşar hale gelmişiz.
Üretken bir toplum değiliz, olmak için bir sebebimiz yok. İyilerin cezalandırıldığı, çok çalışanın sömürüldüğü, zekilerin aptal yerine konulduğu, fakirlerin aç bırakıldığı bir toplumda kendin olma gibi bir lüksün yok. Üzerine düşün rolü oyna, maskeni tak ve mükafatını al. Çok demogoji yaptım biliyorum. İçinizden s.ktir git be kardeşim hayatı bu kadar ciddiye alma diyorsunuz. Bizim benlik bilincimiz; “Benim için daha fazlası senin için daha azıdır.” olmuş çünkü.
İstiklal Caddesi’nde vitrin camlarına bakarken daha dikkatli bakın. Vitrindeki mankenin üzerindeki etiket fiyatına değil ama biraz daha dikkatli bakarsanız camdan yansıyan görüntü ile köşe başında soğuktan elleri donmuş mendil satan çocuğu görebilirsiniz. Beyazıt’ta sırtında çuvalların altında bedeni ezilmiş hamalların yüzüne bakmayı deneyin. Bakırköy’de trafik akarken camı silmek için önünüze atlayan çocuğa bir söyleyin bakalım. Hayat akışına bırakılacak kadar berrak, yaşanılacak kadar uzun mu diye?
Gece yatarken yastığa başınızı koyduğunuzda ne düşüyorsunuz? Düşündüğünüz hayata sahip misiniz yoksa sahip olduğunuz hayatı mı düşüyorsunuz? İki perdeli bir oyun bu hayat. İlk perdede geleceğe dair tohumları toprağa tırnaklarınızla kazıyarak ekiyorsunuz, gözyaşlarınız ile suluyorsunuz. İkinci perde de ise ektiğinizi biçip elinizdekilerle yetinerek mutlu olmaya çalışıyorsunuz. Hayat kimilerine ekşi bir limon kimilerine tatlı bir şeftali. Ne diyelim, Allah tadımızı kaçırmasın.