Ruhun, içinde bulunduğu bedenin sınırlarına daha fazla tahammül edemeyip sadece dışarı çıkıp soluklanmak ümidiyle başka maddelere, bedenlere karışmak istediği zamanlar vardır. Ruh bu hâliyle çoğu zaman çaresiz, bazen ise coşkuludur. Keşfetmeyi bitirdiği bedenin ve o bedenin bulunduğu, yürüdüğü, koştuğu, acıyla kavrulduğu yerlerin ötesinde bir yer arar. Bu yerler o kadar nadir bulunur ki ruh o yeri bulduğu zaman milyonlarca düğüm atarak kendini oraya bağlar. Düğümlere olan güveni onu sonsuz bir hayâl kırıklığı boşluğuna savurur. Şanslıdır ki bu boşlukta ona eşlik edecek olan iki dost vardır: Kitap ve doğa.
Ruh, döküntülerini de alarak kitap sayfalarındaki sonsuz yolculuğuna çıkar. Bir ağaca dayanmak, toprağa dokunmak, hislerin ifade edilmesine yardım eden rüzgara teslim olmak döküntüleri yapıştırmaya başlar. Ruh doğru yerleri buldukça özgürleşir. Kendini ifade edebilmek, anlamlandırabilmek kolaylaşır. O kadar kolaylaşır ki gördüğü ufak şeylerde kendine rastlar. Yıllarca çekmecenin bir köşesinde kalmış şarap şişesinin bir zamanlar ıslak ama şimdi kuru olan mantarının kırmızı izlerini kendine benzetmek gibi… Çaydan çıkan buharın havayla karıştığı yerde kendi özgürlüğüne rastlamak gibi…
Yolculuğun sonlarına doğru bir sayfada dolaşırken Oğuz Atay’ın “Zavallı ruh! Nereden gelip nereye gidiyorsun?” sözlerinde durur. Çaresiz arayışının ödülü olarak Atay’ı tanır. Alıştığı boşluğundan gerçek dünyaya düşerken döküntülerinin eskisinden daha sağlam olduğunu fark eder ve keyifli bir şaşkınlık içerisinde eski bedeninin sınırlarına döner.