Her sonbahar gelişinde bir hüzün alır yüreği. Belki yazdan çıkış, tatilin bitiş durağı, belki de dökülen yapraklar gibi duyguların da yavaş yavaş canlılığını yitirip, kışa hazırlanması olabilir. Kimbilir?
Cansın da aynı hislerle boğuşuyordu bu mevsimde. İş hayatına atılmıştı atılmasına ama hayalini kurduğu ortama kavuşamamıştı.
Her akşamüstü eve döndüğünde, oturma odasına vuran solgun güneş, ağır ağır bütün eşyaları yalayarak geri çekildiğinde, son birkaç yıldır sokaktan gelen çocuk seslerinin de bir hayli azaldığını farkedebiliyordu. Halbuki Cansın, çocukların oyun oynarken attıkları sevinç çığlıklarını, bazen kavga seslerini öyle seviyordu ki. Çünkü onların iletişim halinde olmaları, gelecek için de ümit vaadediyordu. Kendi çocukluğuna gidiyor, adeta ışınlanıyor, en sevdiği arkadaşı Esin’in;
“Hayır Cansın! Yine mızıkçılık yapıyorsun. Oynamayacağım işte!” diye küsüp eve gidişine bile özlem duyuyordu.
Kolaydı çocuk olmak, hele o yıllarda. Sokak satıcılarından macun, pamuk şeker veya ekşi (ezilmiş, içine biber ve sumak katılmış leblebi tozu) almak, o günlerin olmazsa olmazıydı. Güvenliydi mahallede oynamak, komşu evinde yemeğe kalmak. El emeği, göz nuru bez bebek, tahta araba, topaçlarla bütün çocukluğu geçirmek, minik bedenlerde dev yüreklere sahip olmak, o devre has özelliklerdi.
Cansın’ın, her sonbahar tüm benliğini saran hüznün nedeni, enfantil kalışı, belki çocukluğuna özlem, belki çok beklenti içine girdiği ilk aşkı Osman’ın, ona sonbaharda verdiği sözü tutmaması, belki de hiç tanımadığı bir adama, bir sonbahar günü “kocam” demek zorunda kalması, sonra o “kocam”ın, başka bir kadını,”karım” diye, yine bir sonbaharda tercih etmesi olabilirdi. KİMBİLİR?