İçimdeki bu korkunun nedeni nedir bilemiyorum. Camımı gagalayıp duran martıdan kaynaklanmadığı kesin, her sabah akşam gelip durur. Alıştım artık. Aile fertlerinin sabahları masama bıraktığı broşürlerde gördüğüm rezilliklerden dolayı da olmasa gerek, onlara alışmamak zaten elde değil. Alıp da okumaya fırsat bulamadığım kitapların çığ gibi olmasını gözümde büyütüyorumdur belki diyeceğim, ama onların görüntüsü de gözüme alışık kaçıyor artık. Ne çok alışmışım. Her şeye alışmışım. Bu alışılmışlık korkunun temeli mi acaba? Neden olmasın? Ama artık deliriyorum. Ben yazı yazmam. Düşünürüm ama düşündüklerimin gözle görülür olmasını istemem. Fazla gerçekçi, korkuya korku katmak gibi bir şey olur bu benim için. Ama artık bulmam lazım. Görmem lazım ki içimi yiyip bitiren ne artık keşfedeyim.
Çatallı sesler hoşuma gitmeye başladı son zamanlarda. Ve her zamanki gibi buna bile bir neden arıyorum. Neden şimdi hoşuma gidiyor ? Yüksek notalara çıkarken tizleşen sesler sinirime dokunuyor. Ama niye, eskiden severdim.
Ben buldum galiba. ”Hayat, uzak çekimde komedi, yakın planda trajedidir.” diyen Chaplin bitirdi beni. O posteri asmayacaktım. Herifin pozitifliği beni öldürüyor. Tamam doğru, güzel demiş, helal olsun falan da şimdi napalım, arada bir yakın plana almazsan da filmin tadı çıkmaz ki. O mimikleri görmek lazım. Gözündeki çapağı, dudağını kıvırırsa o anı yakalamak lazım. İyi de olsa kötü de olsa. Hani belki oyuncu berbattır da becerememiştir diye belirteyim dedim.
Yalnız değilken yalnızlıktan korkmak, yalnızken de rahat hissetmek nasıl bir bencilliktir, nasıl yapabiliyorum bunu bilmiyorum. Mesela, şuan yalnız hissetmiyorum. Sevdiğim ve seveceğim biri buldum. Bu yetiyor zaten yalnız olmamaya. Gerisine gerek yok, işte ilişkiler, takılacak gruplar, aile yemekleri… O topluluğun içinde de yalnız hissedebilirsin. Olay maddi dünyada bitmiyor. Filmlerde görürüz ya, karakterin teki yemektedir. Ne biliyim arkadaşlarıyla rakı içer, ailesiyle makarna yer, gülüşmeler espriler dertler tasalar anlatılır. Sonra kamera yavaşça karakterin yüzüne yaklaşır, geri kalan görüntüler yavaşça bulanıklaşır, sesler boğuklaşır ve karakterin gözlerinde bir hüzün görülür. Bunlar gerçek. Vallahi oluyor böyle şeyler. O dramatize ediliş olmuyor bitek. Daha içsel gerçekleşiyor. Tamamen kafada, belki bir de çok koyuyorsa karında. Hani çok çok koyuyorsa göğüste de bir sıkışma olabilir. Yaşadığımdan değil yani, hepsi tahmin…
Şimdi ne yapsam, yine lafların arasında kayboldum, bir yandan da düşüncelerim tükendi. Harıl harıl yazdım, sonu da çabuk geldi. Saate bakayım, geçen dakikalar da bi boka yaramaz, geçmese daha iyiymiş. Beklediğim mesaj da hala ulaşmadı. Pes mi etsem? Takma kafaya, düşünme oraları, eninde sonunda atar. Hadi be. Bütün bu ufak dertler zaten bu tarz şeyleri hayatta tutan. Küçük riskler, bilinmemezlikler. Onlar olmasa ne anlamı kalır. Monotonluk zaten insanı delirten. Norveç’e bak mesela. Bok problemsiz ülke. O kadar yerinde ki her şey, insanlar can sıkıntısından intihar ediyor. Bizim doğamızda var karışıklık, sorun yaşamak, kafaya takmak. Şu klişe laf doğru aslında ya: Devamlı mutlu olsak, mutluluğun anlamı kalmaz. Bunu diyenlerin de ağzına yüzüne çakasım gelir genelde. Ben mutluyum ama boş ver sen yaşa sıkıntılarını demek gibi. Bilmişlik!
Yazımın başından beri lafı döndürüp dolaştırdığım şu korku meselesi var ya, biraz daha sıcak bakmaya başladım o ruh halime. Hem de tam şu saniye karar verdim! Sıkıntıları yaşayayım, biraz korkayım, neler olacak, onu kaybedecek miyim, lafları arasında biraz çalkalanayım da tadı çıksın bahanesi.