Üst kattaki apartman teyzesinin boncuklarını düşürmesinden belliydi lanetli bir gün olacağı. Ne zaman o bunak boncuk kolyesini koparıp patır patır yere dökse o günden hayır gelmezdi artık. Ezelden beri bu böyleydi. Net. O iğrenç boncuklar yatağımın tam üstünde yerde zıpladıkları günlerde başıma gelenlerden çok rahat orta karar bir felaket filmi çıkardı ve bana da ilk ölen gözlüklü-şişman rolü kalırdı.
Aslında o gün yataktan hiç çıkmasam da olurdu ama ev üzerime yıkılır korkusuyla kalktım. Tam bir Son Durak kafası yaşıyordum. O dandik Amerikan filminde ölüm nasıl bir şekilde herkesi bulup tek tek yok ediyorsa beni de aksilikler bir şekilde bulacak, hiç olmadı yorgan boğazıma dolanacak, ketıl yüzüme patlayacaktı. Saat neredeyse 12.30 olmuştu. Acele etmeliydim. Biz burada sürünüp hala okulu bitirmeye çalışırken liseden sonra zengin ‘peder’inin parasıyla Amerika’ya ‘Sinema’ okumaya giden eski arkadaşım Ayberk’in yurtdışında görüp bir halta yaradığını zannettiği dakiklik alışkanlığına uygun davranmalıydım. Herifi 4-5 senedir görmemiştim ama dün gece feysbuktan mesaj atmış, bir arkadaşıyla Nevizade’de olacaklarını, benim de gelmemi, beni özlediğini falan yazmıştı. ‘Evde Lost’a sarıp izlediğim bölümleri bir daha izleyeceğime gideyim 2 bira içeyim amk’ diye düşünüp ‘Tamam’ dedim.
Ayberk ile 1’de buluşacaktım. Evim İstiklal’e 9 dakika yürüme mesafesinde olduğuna göre bana hazırlanmak için kalan 21 dakikayı değerlendirmek adına beynimde tempolu bir komedi filmi müziği ile hızlı çekim duşa doğru koşarken aniden sehpanın demir ayağı benim ayağım ile buluştu ve kazanan sehpa oldu. Acıyla böğürdüm. Evet, bu sesin adı böğürme değilse bile en azından hönkürmeydi. Sehpanın yanına çöktüm. Gözlerimden akan yaşlarla beraber o boncukları yapanın, satanın, alanın, takanın 77 sülalesine bir güzel sövdükten bir süre sonra ayağa kalktım. Ama adım atamadım ve öylece kalakaldım. Sağ ayak başparmağım kendi çapında bir iç savaş veriyor, silahlı askerler roketatarlarla kemiğime saldırıyordu. Duştan vazgeçip sekerek yatak odasına gittim ve dolapta ilk bulduğum eski kazağı ve pantolonu üzerime geçirdim. Saate baktım. 12.50 Normal şartlarda çok rahat yetişebilirdim ama şimdi sakat başparmağım yüzünden kesin geç kalacak, Ayberk ve ‘bir arkadaşının’ gözünde tembel, çalışmayı sevmeyen, geç kalan miskin Türk olarak damgalanacaktım.
Amerikan filmlerinden yürüttüğüm bir ses tonuyla ‘Lanet olsun!’ dedim ve atar yapan bir ergen gibi kapıyı çarparak evden çıktım. Topallayarak merdivenleri inmeye çalıştığım anda üst kattan gelen apartman teyzesinin korku filmi dublajlı sesiyle irkildim. ‘Bakkala mı?’ Ona göre evden çıkan herkes camiye gitmediği zamanlarda bakkala giderdi. Cevap vermedim. Bir kez daha seslendi. İçimden küfür ederek topallaya topallaya merdivenleri inmeye devam ettim. Son basamağa geldiğim anda kafamı yukarı kaldırdım ve onu gördüm. Tırabzanlardan eğilmiş, o çokbilmiş dedikoducu suratıyla bana bakıyordu. Elinde de dizmeye çalıştığı o lanetli boncukların takılı olduğu bir ip vardı. Ve aniden o siyah boncuklardan bir tanesi ipten kurtulup merdivenleri zıplayarak indi ve ayaklarımın dibine yavaş yavaş ‘bittin olm sen’ dercesine yuvarlandı. Bir süre boncukla birbirimize baktık. Tüm sinirim ve hıncımla, sağlam ayağımla gerinerek ona bir tekme çaktım ve apartmanın kapısını apartman teyzesinin 100 yıl önce ölmüş dedesinden başlayarak ettiğim küfürler eşliğinde çarpıp çıktım.
Buluşacağımız bara vardığımda saat 1.13 olmuştu ve Ayberk yönetmen gözlüğü, yönetmen fuları ve yönetmen şarabıyla oradaydı. Daha da kötüsü yanında bir kız vardı. Arkadan uzun sarı saçlarını görebiliyordum. Berbat bir Amerikan filminin asıl kızla asıl oğlanın amaçsızca tanıştığı, yönetmenin yatarak çektiği en kötü sahnesindeki iki figürana benziyorlardı. Kısaca en nefretlik senaryonun dik orta yerine kirli saçlı, sarkık kazaklı ve topal bir yan karakter olarak fırlatılmıştım. Üstelik başparmağım o kadar kötü zonkluyordu ki filmin sonunda bir Kayzer Soze bile olamayacaktım. Masadaki kız için birbirini ezmeye, aşağılamaya hazır, kızı eve kim götürecek diye kıran kırana savaşan iki aklı kıt karakteri oynamamız artık kaçınılmazdı ve benim elimde ne tip, ne para, ne de anlatacak yurtdışı anıları vardı. Bu filmdeki ezik bendim. Dönüp gitmekle bir adım daha atmak arasında bocaladığım o boktan saniyede Ayberk beni gördü ve elini sallayarak ‘N’aber bro?’ diye bağırdı. O boncuklar gerçekten de lanetli olmalıydı.
‘İyidir, sağ ol senden?’ diye gülümseyerek yanlarına doğru topalladım. Kız hafifçe beni görmek için arkasını döndü ve olay tam bir korku filmine dönüştü. Kız çok çirkindi. O kadar ki sanki Halka’daki o manyak karı sarı peruk takmış bana bakıyordu. İçimden sevinç naraları attım. Bu şartlar altında ‘Yok yea, leş bir kızdı işte olm, ne midesizsin hehüheühee’ diye dalga geçerek sonradan Ayberk’e karşı oyunu lehime çevirme imkânım vardı.
Kız bana acımayla karışık bir ‘Ah canııım’ bakışı attı. Ben de ona ‘Ne bakıyorsun mal’ bakışı attım. Aramızdaki birkaç saniyelik sessizliği Ayberk’in çatlak sesi bozdu. ‘Sude, bu Engin. Engin, Sude.’ ‘Merhaba.’ deyip oturdum. Garsona bir el işaretiyle bira söyledim. ‘Ee n’aber bro? Nasılsın bakalım? Okul nasıl?’ ‘Sanki 5 yaşında çocukla konuşuyor tipini s…’ diye düşündüğüm anda aniden fark ettim. Bacağımı sormamıştı. ‘Niye topallıyorsun, ne oldu?’ dememişti. Demek ki bunu bir kaza değil benim bir özrüm zannetmiş, üstüme varmak istememişti. İşte bu çok iyiydi. Ben de bu kanaldan ilerleyecek; topal ama zeki, bilgili, kültürlü genç adamın Amerika’da okumuş havalı ve yakışıklı karakteri alaşağı edip kızı kendine hayran bırakıp masadan kalkıp gittiği sahneye oynayacaktım Bu senaryonun güzelliğine kendimi öylesine kaptırmıştım ki kıza bile gülümsedim. ‘İyi ya, takılıyoruz işte. Bakalım, bitecek bu sene.’ diye ortalama bir cevap verdikten sonra lafı hemen çevirdim. ‘Beni bırak da sen anlat ya, Amerika nasıl?’
Bu konu açıldığı için mutluluktan kasılıp şarabından züppe bir yudum alıp kıza şöyle bir gülümsedi. Eminim beni sırf bu sahne için çağırmış, benim zavallılığım üzerinden prim yapmayı hedeflemişti. Bana küçümseyen bir bakış atarak arkasına yaslanıp bir sigara yaktı ve boğazını temizledi. ‘Hollywood çok sıra dışı bir yer yeaa. Aslında yorucu biraz. Her gün partiler, galalar, kokteyller falan. Takılıyoruz işte öyle.’ Son cümlesine geldiğinde kızın gözleri erimiş çikolata gibi yanaklarına akmış, ağzı ölü balık gibi açılmıştı. Ayberk bu zekâ seviyesi romantik komedi filmleriyle sınırlı kızı kandırmış olabilirdi ama ben konuşurken gözlerini kaçırmasından ve burnunu kaşımasından yalan söylediğini anlamıştım. Şimdi kartlarımı masaya açmanın ve şansımı denemenin tam zamanıydı. Filmin en heyecanlı sahnesi gelip çatmıştı ve rolümü oskarlık seviyede oynamam lazımdı. Yüzüme salak bir ifade verip öne doğru eğildim ve merakla sordum ‘Tony Scott ile de tanıştın mı? Dejavu çok iyiydi ya!’ Tahmin ettiğim gibi omuzlarını kaldırıp kasıldı, acır gibi bir ifadeyle bana baktı ve biz zavallı ölümlülere cevap verme lütfunde bulundu. ‘Ha o mu?’ diye söze başladı umursamaz bir ifadeyle. ‘3 gün önce beraberdik. Elizabeth Taylor’un verdiği bir partide gördüm. Tarantino falan da oradaydı.’ Heheyt! İçimden zafer kahkahaları atıyor, tam tam dansı yapıyordum. Ben elimdeki taşla bir kuşu hedeflerken, bu ‘lanet olası ahmak’ kucağıma vurulmuş iki kuş atmıştı.
Önce boğazımı temizledim. Sonra keyifle bir sigara yaktım. Bu anın tadını doyasıya çıkarmak istiyordum çünkü böyle süzme bir salakla karşılaşmak insana çok sık nasip olmazdı. ‘3 gün önce mi?’ diye cümleye girdim kaşlarımı çatarak. Kıza göz kırparak ‘Evet.’ dedi. Kız için ise ben yoktum artık, hatta dünyada hiç kimse yoktu. Tüm evren Ayberk’ten ve Hollywood partilerinin ışıltısından ibaretti. Ama birazdan her şey polisin aslında katil çıktığı filmlerdeki gibi tam tersine dönecekti. ‘Bu mümkün olabilirdi Ayberk’ciğim’ dedim en ukala ve şaraptan anlayan sesimle. ‘Tabii ki Tony Scott geçen yaz intihar etmemiş, Elizabeth Taylor da geçen yıl ölmemiş olsaydı…’ Nihahahaaa!
Kelimenin tam anlamıyla masaya bir bomba düşmüştü. Kız elini ağzına kapatarak bir ‘Hii!’ sesi çıkarmış, Ayberk de telaşlanıp şarabını dökmüş, havalı Hollywood pantolonu uyduruk polisiye filmlerdeki olay yeri sahneleri gibi yalancı bir kırmızıya boyanmıştı. Ben de filmdeki kötü adam rolüme uygun bir şekilde biramdan son bir zafer yudumu aldım, kıza gülümseyerek haince göz kırptım. Kız ne diyeceğini bilemeden bir bana, bir Ayberk’e sonra tekrar bana baktı ve çakma Louis Vuitton çantasına asılı çakma beynini de alıp dram filmlerindeki aldatılan, kandırılan masum kız ifadesiyle gözleri dolarak uzaklaştı. Ayberk’in öldürücü bakışlarının üzerimde olmasına zerrece aldırmadan ben de en havalı halimle ayağa kalktım, biramı bir dikişte bitirdim ve ‘Tarantino’ya selamlar.’ diyerek rolümü tamamladım, beynimdeki alkışlar eşliğinde eğilerek selamımı verdim ve topallayarak uzaklaştım.
Büyüyü bozmuştum. Sabahki tekme iyi gelmişti ve boncukların laneti tersine dönmüştü. Şimdi eve gidip amaçsızca Olağan Şüpheliler’i izleyebilir, kendimi Kayzer Soze ile özdeşleştirebilir, filmdeki kötü karakteri aptal yerine koyup süper zekâmla alt etmenin keyfini sürebilirdim.
Ve tüm bunları o ‘kahrolası’ boncuklara rağmen yapabilirdim.
KaraŞapka
Kaynak: http://karasapka.wordpress.com/