Okul çıkışı yüzlerce öğrenci kapıdan dışarıya doğru akın etmekteydi. İsmail de o çocuklardan birisiydi. Arkadaşları külahta leblebi şekeri satan amcanın etrafına doluşurken İsmail, küçük ayaklarını acele acele hareket ettirerek karşıya geçmeye çalışıyordu, kendisine yaklaşan arabayı fark etmedi araba da onu. Araba çarpacak kadar İsmail’e yaklaştığında uzun boylu, kara saçlı, beyaz donuk suratlı, siyah takım elbiseli bir adam birden İsmal’i kolundan kavradı. Adamın mimikleri sanki suratında donmuştu, hareketsizdi, ağzını açıp İsmail’e tek kelime bile etmedi, İsmail’in elini sanki arkada bir tehlike varmış gibi sıkıca kavradı. İsmail, adamın elinin soğukluğunu tüm bedeninde hissetti, küçük bedeni korkuyla titredi. Elini, adamın elinden kurtarmaya çalıştıysa da başaramadı, sanki eli, adamın soğuk eline yapıştırılmış gibiydi. İkinci defa çok sert bir şekilde çekmeyi denedi; faydası yoktu. Adam, dönüp İsmail’in yüzüne baktı, derisi neredeyse kafatasına yapışmış yüzünden dolayı İsmail korktu ve elini kurtarma çabalarından vazgeçti. Koca kahverengi gözlerini adamın yüzünden kaçırdı ve gittikleri yeri anlamaya çalıştı. Çok tuhaf sanki adımlarını ileriye doğru değil de yukarıya atıyorlardı. Onlar adım attıkça yeryüzü onlardan uzaklaşıyordu. İsmail, meraklı gözlerle adama dönüp heyecanla “Uçuyor muyuz?” diye sordu, adamdan ses çıkmadı. İsmail bir kez daha heyecanla cikledi “Amca nereye gidiyoruz?”, adam yine ses çıkarmadı. İsmail, adamla anlaşamayacağını düşünüp etrafını incelemeye koyuldu. Şimdi okulun çatısının üstündelerdi; büyük bir kalabalık, okul kapısının önünde küçük bir çocuğun yerde yatan bedeninin etrafında kümelenmişti, çığlıklar ambulans sirenlerine karışıyordu. İsmail aşağıda neler olduğunu merak etse de adama sormaktan çekindi, zaten kocaman adımlar atıyorlardı,aşağıdaki görüntüler gitgide silikleşiyor, altlarındaki dünya bir çatı denizine dönüşüyordu. Sanki bir merdivenden çıkıp, dünyayı terk ediyorlardı. Neden sonra evler de silikleşti, altta kalan görüntü dağlardan, ovalardan ve denizlerden ibaret olmaya başladı. İsmail, daha bugün derste gördüğü şeyi, yani dünyanın dönüşünü görünce çocuksu bir heyecanla çığlık attı. Onlar adım attıkça dünya küçülüyor, gökyüzü ise git gide büyüyordu sanki. Az sonra o gökyüzünde parıldayıp duran kandilin, güneşin yanındaydılar. İsmail sıcaktan bunaldı, küçük eliyle yakasını genişletmeye çalıştı, sonra elinin tersiyle alnındaki boncuk boncuk terleri sildi. Dünya, artık bir noktadan ibaretti. Sonra diğer gezegenleri geride bıraktılar. İsmail, dönüp baktığında parıldayan güneşin etrafında dönüp duran parlak gökcisimlerin, gezegenleri, göktaşlarını ve yıldızları seyretti. Yorulduğunu hissediyordu. “Amca, biraz durup dinlensek olur mu? Çok yoruldum.” dedi. Adam, dönüp İsmail’in yüzüne baktı, yüzü yine aynı donukluktaydı ama gözleri şefkatle parıldıyordu. İsmail’i bir hamlede kucağına aldı. İsmail, adamın omzundan sarkarak, geride bıraktıkları evreni izlemeye devam etti. Samanyolu ve diğer galaksiler büyük bir huşu içinde dönerken, İsmail gördüklerini anlamakta güçlük çekiyordu.
***
İbrahim, haberi aldığında işten paldır küldür koştura koştura çıktı, kapıdaki güvenlik görevlisine durumu kısaca izah edip, bir taksi çağırmasını istedi. Takside saniyeleri saydı, içinden dualar etti – Allah’ım ne olur ona bir şey olmasın? İsmail’im de olmasın. Dokunsan yıkılacak durumdaydı. Haberi karısı Meryem’i hastaneye götüren komşuları Duran Ağabey vermişti. Duran Ağabey’i aradı, son durumu öğrenmek için. İsmail, yoğun bakımdaydı. – Allah’ım tekrar olmasın! Ne olur İsmail de olmasın. İçinden kim bilir kaç defa tekrar etti bu cümleyi. Yakarışları kendi beyninin içini doldurdu. Hastaneye ulaştığında karısını kucağında en küçük oğulları İlyas’la beraber bitap halde buldu. Duran Ağabey bir tarafa çökmüş, Duran Ağabey’in karısı Fatma hemen Meryem’in yanında oturuyordu, bir tarafta ise İsmail’i hastaneye yetiştiren öğretmeni duruyordu. Koridor tamamen sessizliğe bürünmüştü. İsmail, çok kan kaybetmişti. Kan bulunması için sürekli anons geçiliyordu. İbrahim, ne yapacağını bilemiyordu. Ağzını açıp tek kelime etmedi. Neden sonra, uzunca bir sessizlik süresi bitince, İbrahim gidip öğretmen hanıma şükranlarını sundu. Gözlerinin pınarı adeta kurumuş gibiydi, dokunsan ağlayacak haldeydi ama yaşlar yolunu bulup da gözlerinden akamıyordu bir türlü. Fatma, Meryem’in yanında sessizce dudaklarını kıpırdatarak Kur’an okumaya başlamıştı, Meryem ise ağlamaktan, sızlanmaktan bitap düşmüş, sessiz hıçkırıklarla kendinden geçiyordu. Az sonra, koridora iki tane polis memuru geldi. İbrahim’i sordular. İsmail’e çarpan adamdan şikayetçi olup olmayacağını sormaya gelmişlerdi. İbrahim, ne yapacağını bilemedi, çaresizce Duran’a baktı. Duran, polislerin yanına gelip, daha sonra gelip gelemeyeceklerini sordu. Polisler anlayışlı davrandılar. İbrahim, yoğun bakım ünitesinden çıkan doktora ümitle baktı, doktor, şu an net konuşamayacağını acil kan ihtiyacı olduğunu söyledi. Duran, cep telefonundan sağı solu arıyordu. İbrahim ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırmıştı. Meryem’e bir iki kelime bir şey söylemek istiyordu ama kelimeler bir türlü ağzından çıkmıyordu. Kabir azabı gibiydi burada beklemek. Duran’a eliyle sigara içmeye çıkacağını işaret edip sessizce koridordan ayrıldı. Hastanenin bahçesine çıktı. Hava kararmaya başlıyordu yavaş yavaş, içine işleyen bir soğuk rüzgar esti, titredi, elleriyle ceketinin önünü iyice kapattı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, İshak’ı düşündü, İsmail henüz beş yaşındayken, bir okul gezisi dönüşünde kaza yapan otobüste can veren oğlunu. İshak, öldüğünde dokuz yaşındaydı. Yine hastaneye koşturmuştu, elinden geleni yapmıştı ama olmamıştı. Kafasını kaldırıp tekrar gökyüzüne baktı, bir işaret bekliyordu sanki, bir mucize olsun istiyordu. İçinden yakardı, kimse yakarışını duymadı. Ceketinin iç cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Sigaranın gökyüzüne doğru yükselip dağılan dumanını seyretti, boğazındaki düğüm bir türlü çözülmüyordu. İshak’ı düşündü, İshak gittikten sonra geçirdiği dört seneyi, İshak’ın hayaliyle kaçan uykularını, onsuz geçen günlerini. Kaderine isyan etmek istedi, sesi çıkmadı. Başını öne eğdi, gökyüzüne bakmaktan vazgeçti. İlk yağmur damlası o anda düştü. Sonra yağmur, gitgide şiddetlendi.
***
İsmail ve adam bütün evreni geride bırakıp devasa bir kapının önüne geldiler. Buraya gelirken, atmosferin katlarından, uzayın derinliklerinden, binbir türlü başka galaksinin içinden, göğün yedi katından geçmişlerdi, sonra sonsuz gibi görünen bir siyahlığın içinde ilerlemiş, en sonunda göz alıcı ışıkların içerisinde, yükselen bu devasa kapının önüne geldiler. Kapı o denli büyüktü ki adam da İsmail de kapının önünde birer toz zerresinden farksızdılar. İsmail, ışık gözlerini aldığından gözlerini kısarak kapının bittiği noktayı görmek için kafasını kaldırıp yukarıya doğru baktı ama nafile; kapının nereye ulaştığını göremiyordu. “Bu kadar büyük kapı nasıl açılır? Babam gibi yüz tane adam gelse bile açamaz burayı.” diye kafasından geçirdi. Adam sağ elinin işaret parmağını kapıya uzatır uzatmaz kapının devasa iki kanadı birden açıldı. İsmail, istemsiz olarak bir nida koyverdi. Adam dönüp İsmail’e baktı, yine gülümsemiyordu, yüzü yine donuktu ama artık gözlerinden o soğukluk yayılmıyordu. Kapıdan içeriye girdiler, burası sonsuz büyüklükte bir bahçe gibiydi. Her tarafta binbir renkli çiçekler açmış büyük ve köklü ağaçlar vardı, yakınlarda bir yerde bir akarsu olmalıydı, su sesi ve kuş cıvıltıları birbirine karışıyordu. Kısacık hayatının tamamını sadece şehirde geçirmiş olan İsmail, hayatında ilk defa şahit olduğu bu muhteşem güzellik karşısında şaşırıp kalmıştı. Etrafındaki hiçbir şeyi kaçırmamak için sürekli kafasını sağa sola çevirip, neşeyle etrafını izliyordu. Adama sorduğu soruların cevaplarını alamayacağını çoktan anlamış olduğundan nerede olduklarını soramıyordu ama delicesine merak ediyordu. Biraz sonra yine deminki kapı gibi büyük bir kapının önüne geldiler. Adam yine sağ elinin işaret parmağıyla kapıyı açtı, burada onları bekleyen iki adam vardı. İsmail’i yanında getiren beyaz yüzlü adam çocuğu onlara bıraktı ve kapıdan içeriye girmeden dönüp gitti. İsmail, yolculuğunda ona eşlik eden adamın arkasından bakıyordu, adam, bir aralık dönüp İsmail’in kahverengi gözlerinin içine bir kere daha baktı. İsmail, tam emin olamadı ama galiba adamın sağ gözünden bir damla yaş süzülmüştü. İsmail yol arkadaşını izlerken kapı ağırca kapandı. Şimdi iki farklı adamla kalmıştı, içinden onlarca soru sormak geçiyordu ama yoldaşı gibi onların da suskun kalmasından korkuyordu.
Kapıdan içeri adımlarını attıkları yer, biraz önceki gibi genişçe bir bahçeydi, burada yine bir sürü ağaç vardı, yine su sesi kuş cıvıltılarına karışıyor, taze çiçeklerin rayihası her yere ulaşıyordu. Yalnız ilk bahçeye göre bir farkı vardı buranın, kimisi başını öne eğmiş bu güzelliklere bakmayan ve acıyla inleyen, kimisi huzurlu gözlerle etrafı seyredip gülümseyen bir dolu insan vardı burada. Bahçede neredeyse milyonlarca insan vardı ama yine de ferahlığından bir şey kaybetmemişti. Üstelik bu insanların her birinin hemen yanında ufak bir süs havuzu ve her birinin başında oturduğu bir masa vardı. İsmail, yaz aylarında babasının onları götürdüğü geniş parktaki çay bahçesini anımsadı. Bunu anımsayınca biraz ürktü, şimdi eve döndüğünde babasına ne diyecekti? İsmail, iki tarafındaki iki adamla birlikte sessiz adımlarla yürürken bunları düşünüyordu. Neden sonra, cesaretini toplayıp sordu “Ben nerdeyim?”. Sağ tarafındaki sarı saçlı beyaz tenli adam, dönüp İsmail’e sıcak bir şekilde gülümsedi ve cevap verdi “Herkesin mutlaka bir gün geleceği yerdesin.” İsmail’in kafası karıştı “Yani anlamadım amca, neresi burası? Hem saat geç olmadı mı? Babam gecikirsem çok kızar bana.” Bu defa soldaki siyah saçlı ve buğday tenli olan cevapladı “Bir daha dönmeyeceksin küçük.” İsmail’in kafası iyiden iyiye karışmıştı. “Ama geri dönmezsem annem çok üzülür, abim bir defasında gitti bir daha geri gelmedi, annem çok ağladı.” İki adam da hüzünlü gözlerle İsmail’i baştan aşağı süzdüler, bu lafının üstüne bir şey diyemediler. Mahşeri insan kalabalığının arasından sessizce geçtiler ve o küçük süs havuzlarından birinin başına geldiler. Sarı saçlı olan İsmail’e sandalyeyi işaret edip oturmasını söyledi, İsmail söyleneni hemen yerine getirdi. Önünde bir masa ve masanın üzerinde biri kara kaplı, diğeri beyaz kaplı iki defter duruyordu. Ayrıca oturduğu yerden ne geldikleri yolu ne de diğer insanları görebiliyordu. Siyah saçlı olan adam İsmail’in karşısına oturdu. Sarı saçlı olansa havuzun hemen yanı başında duran, kıpkırmızı meyveleri olan elma ağacından elma koparmaya gitmişti. Az sonra o da masaya döndü, elmayı İsmail’e uzattı. Zaten açlık hisseden İsmail, annesinin, misafirliğe gittiklerinde birisi bir şey ikram ettiği zaman öğrettiği gibi teşekkür edip elmayı aldı. Elmadan bir ısırık aldı, hayatı boyunca bu kadar güzel bir şey yememişti.Ne babasına yalvar yakar aldırdığı dondurmadan,ne okul kantininde yediği çikolatalardan,ne annesinin yaptığı yemeklerden ve tatlılardan böyle bir tat almıştı İsmail. Gözlerini hayranlıkla kapatıp televizyon reklamlarında gördüğü çocukları taklit ederek “Bu lezzet hiç bitmesin!” diye cikledi. Adamlar, İsmail’in bu sözüne karşılık istemsizce kahkaha attılar. İsmail, elmanın yarısına gelmeden karnının iyiden iyiye doyduğunu hissetmişti fakat yemeğini yarım bırakmaması gerektiğini annesi de babası da defalarca söylediği için elmayı elinden bırakamadı. Elmayı bitirene kadar uğraştıktan sonra karnı tıka basa dolu bir şekilde sandalyenin arkasına yaslandı İsmail. Adamların gözlerinin içine bakıyordu. Adamlar birbirlerine baktı, esmer olan gözlerini kapatıp kafasını salladı, sarışın olan konuşmaya başladı “Ölümün ne demek olduğunu biliyor musun İsmail?” İsmail, gelen soru kraşısında şaşırmıştı, hiç beklemediği bir şeydi. Ölümün ne olduğunu elbette biliyordu, geçen sene babaannesi ölmüştü. Ölüm bir yerde hiç kıpırdamadan yatmaktı, bir daha kimseye görünmemekti, gidip bir daha gelmemekti. Biraz sessizce düşündükten sonra evet anlamında kafasını salladı “Yaşlı insanların gidip bir daha gelmemesi.” dedi çocuksu masumiyetiyle. Bu defa esmer olan söz aldı: “Sadece yaşlılar değil, çocuklar da ölür.” dedi. İsmail, şaşkın şaşkın adamların yüzüne baktı, hiçbir şey söyleyemedi ama bu sohbet canını sıkmıştı lafı değiştirmek için “Amca sizin isimleriniz ne?” diye sordu. Adamların ikisinin de yüzüne bir gülümseme yayıldı, sarışın olan “Ben Münker, bu da Nekir, biz sorgu melekleriyiz.” dedi. İsmail, birden heyecanla “Aa ben sizi biliyorum, Kur’an kursunda hoca sizden bahsetmişti!” diye bağırdı, adamlar yine güldüler. Sonra Nekir “Peki, o zaman buranın neresi olduğunu anlamışsındır.” dedi. İsmail’in bütün heyecanı söndü çünkü buranın neresi olduğunu idrak etmişti. “Peki ama ben öldüm mü şimdi?” diye sordu. Münker ve Nekir kaşlarını eğip hüzünle İsmail’e baktılar. Nekir “Gel seninle biraz bahçeyi gezelim İsmail.” dedi. İsmail, donmuş kalmıştı ne yapacağını bilemez haldeydi. Aslında burayı sevmişti ama abisi gidip gelmediği için annesinin de babasının da ne kadar üzüldüklerini biliyordu, hatta annesi ara sıra İsmail’e sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Şimdi kendisi de bir daha geri dönmezse kim bilir anne babası ne hale geleceklerdi. İsmail, oldu olası hisli bir çocuktu, annesinin o duruma gelmesini hiç istemezdi. Nekir, ayağa kalkmış, İsmail’e elini uzatıyordu. İsmail, düşüncelere dalmış halde sandalyeden atlayıp Nekir’in elini tuttu. Bahçeyi gezmeye koyuldular.
Yine binbir çeşit insanı gördüler. İsmail’in gözleri onca insan arasında en çok çocukları seçiyordu. Hepsinin haline üzüldü, keşke bu çocukların hiçbiri ölmeseydi diye iç geçirdi. “Çocuklar neden ölüyor amca?” diye sordu Nekir’e. Nekir, İsmail’e dönüp “Herkes bir gün mutlaka ölecek, bunun zamanını ve yerini hiç kimse bilmez Allah dışında.”. İsmail bu cevabın üzerine “Peki, o zaman bu kadar çocuğun anneleri üzülmez mi?” diye bir soru daha sordu. Nekir sakin bir şekilde “Hem de çok üzülürler ama bu kaderdir İsmail, kader defterinde yazılmış olanı değiştiremezsin.” diye cevapladı bu soruyu. İsmail yine de tatmin olmuyordu ama Nekir’i daha fazla sık boğaz etmek istemiyordu zaten kendi haline ve diğer çocukların hallerine çok üzülmüştü, o muhteşem yolculuğun, hayatında tattığı en güzel yemeğin ve bu fevkalade bahçenin yarattığı heyecan tamamıyla sönmüştü. Bir süre hiç konuşmadan yürüdükten sonra bahçenin etrafını çevreleyen duvarın yanına geldiler. Büyükçe bir merdiven, duvarın üst tarafına doğru gidiyordu, Nekir, İsmail’i kucaklayıp merdivenden yukarıya doğru çıkmaya başladı. Birlikte duvarın üzerine oturdular, az ileride tıpkı Nekir gibi tek parça beyaz elbiseli, uzun siyah saçlı, beyaz tenli bir kadın başını aşağıya doğru eğmiş oturuyor ve ağlıyordu. Nekir, İsmail’e parmağıyla oturdukları yerden aşağıya bakmasını işaret etti. İsmail, bakınca aşağıda dünyayı gördü. Kafası karışmıştı. “Ama biz oradan çok uzakta değil miyiz?” diye sordu. Nekir, gülümseyerek “Evet ama hem uzaktayız hem yakındayız.” diye cevapladı. “Ne kadar tuhaf bir yer burası.” diye içinden geçirdi. Az sonra dikkati az ileride oturan kadına doğru kaydı. “Amca, o kadın neden ağlıyor? Kim o kadın?” diye sordu. Nekir “Ağlamıyor, yağmur yağdırıyor. O Mikail’dir.” diye cevapladı. İsmail, kursta bunu da öğrenmişti.Bir süre oturup dünyayı izledikten sonra Nekir, İsmail’i tekrar kucağını alıp merdivenlerden indi ve bahçeye döndüler. İsmail’in kafası hala ölen çocuklardaydı. Tekrar İsmail’in masasına döndüklerinde Münker oturmuş onları bekliyordu. İsmail, bu defa teklif beklemeden sandalyesine oturdu. Bu defa dikkatini masanın üzerindeki defterlere vermişti, siyah kaplı olan koca defterin hemen yanında uzun tüyden bir kalem duruyordu. İsmail, “Amca bunlar ne defteri?” diye sordu. Münker “Beyaz olan senin amel defterin, içinde senin günahların ve sevapların yazıyor, siyah olan da kader defteri, tüm insanların kaderleri bu defterde yazılıdır. Şu tüy kalem de Levh-i Mahfuz’dur, onunla yazılan şey Allah istemedikçe bir daha bozulmaz.” dedi. İsmail, cevaptan tatmin olmuş bir şekilde geriye yaslandı. Sandalye inanılmaz rahattı, çok uzun bir yolculuğa çıkmıştı, üstelik bu kocaman bahçeyi iki defa dolaşmıştı, gözlerinin ağırlaştığını hissetti ve birden uykuya daldı.
İsmail, gözlerini açtığında Münker de Nekir de karşısında değildi. Etrafına bakındı, sandalyeden inip fazla uzaklaşmadan etrafta oyalandı. Ayakkabılarını çıkarıp havuza ayaklarını soktu, su ne soğuk ne sıcaktı, bir süre küçük ayaklarıyla havaya su sıçrattı. Havuz başında suyla oynarken aklına yeniden annesi düştü, özlediğini hissediyordu, “Keşke yanında olsaydım.” diye hayıflandı. Neden sonra aklına muzip bir fikir geldi. Bir heyecanla sandalyeye oturdu, kalbi küt küt atıyordu, bir yandan yapacağı şeyin ne kadar büyük bir günah olduğunu düşünüp korkuyor, bir yandan da bahçe boyunca gördüğü küçük çocukları aklına getirip bunu yapması gerektiğini düşünüyordu. Sağını solunu birkaç defa kontrol ettikten sonra heyecanla kara kaplı kader defterinin kapağını açtı, defterin içinden yükselen nur, gözlerini almıştı ama kararlıydı, aklındakini yapmak istiyordu, gözlerini iyice kısarak defterin hemen yanında duran Levh-i Mahfuz’u küçük elleriyle tuttu ve defterin ilk sayfasında gezdirerek bozuk el yazısıyla “Artık çocuklar ölmeyecek.” yazdı. Yazarken aklına hayal meyal hatırladığı İshak ağabeyinin parça parça görüntüsü ve annesi düştü. Bir heyecanla kara kaplı kader defterinin kapağını kapattı, kapak kapanır kapanmaz karşısında üç adamın durduğunu gördü. Münker ve Nekir’i zaten tanıyordu, ikisinin ortasında ise burada daha önce hiç görmediği, diğerleri gibi tek parça beyaz kıyafetli, uzun boylu, kumral saçlı, yüzünden merhamet akan bir adam duruyordu. Ortadaki adam her tarafı huzurla kaplayan sesiyle “Merhaba İsmail, ben Cebrail.” dedi. İsmail, suçluluk duygusuyla tamamen renk değiştirmiş, kıpkırmızı olmuştu, adamın yüzüne bakamadan, cılız bir sesle “Merhaba.” dedi. Cebrail, uzanıp kara kaplı defteri aldı, kapağını açıp baktı, sonra defterin üzerinden İsmail’e bakıp sıcak bir şekilde gülümsedi ama bu gülümseme İsmail’i rahatlatmamıştı. “Cebrail Amca, şimdi ben cehenneme mi gideceğim?” diye sordu. Cebrail’in gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı “Hayır evladım, dünyaya geri döneceksin.” İsmail’in kafası iyiden iyiye karıştı, ne söyleyeceğini bilemiyordu. “Amca ama ben büyük bir günah işledim, Levh-i Mahfuz’u yerinden aldım, kaderi değiştirdim.” dedi utanarak. Cebrail, “Aferin İsmail, hep böyle dürüst ol ama üzülme evladım, kaderi değiştirmedin, buna Allah’tan başka hiç kimsenin gücü yetmez. Bu defterin ve bu kalemin bugün burada senin masanda olması tesadüf değil, Allah istemeseydi bunların hiçbiri olmazdı.” diye sakin ve huzur veren bir ses tonuyla cevap verdi. İsmail ne diyeceğini bilemiyordu, sessizce, gözlerini kocaman açarak Cebrail’e bakmakla yetindi. Cebrail “Sen akıllı bir çocuksun İsmail, bugünden sonra da çocuklar ölecek, insanlar ölmeye devam edecek ama korkma bu bir son değil, annen için de üzülme. Bugün dünyaya geri gideceksin ama her canlı mutlaka ölümü tadacak bunu aklının bir köşesine yaz ama sırf bunu bildiğin için de dünya nimetlerinden vazgeçme. Şimdi Azrail, gelip seni geri götürecek.” dedi. Biraz sonra buraya birlikte geldiği adam da yanlarına gelmişti. İsmail’i kucağına aldı, İsmail kendini hiç olmadığı kadar huzurlu hissediyordu. Sonra Azrail’le birlikte o kapılardan tekrar geçtiler, geldikleri istikametin tersine doğru bir yolculuğa başladılar, İsmail, annesini üzmeyecek olmanın getirdiği mutlulukla neşe içinde yıldızları, gezegenleri, göktaşlarını, güneşleri kısacası bütün evreni izlemeye koyuldu, yüzündeki gülücük silinmemişti.
***
İsmail’e gereken kan bulunmuş, yoğun bakımdan çıkarılıp bir odaya alınmıştı ama hala gözlerini açmamıştı. Odada bulunan annesi, küçük İlyas’la beraber diğer yatağa uzanmış yatıyordu, gözlerinin altı ağlamaktan torba torba olmuştu. İbrahim ise bir sandalyede rahatsız bir şekilde oturup İsmail’in gözlerini açmasını bekliyordu, gözü kapanıp kapanıp gidiyordu, omuzları iyiden iyiye çökmüştü. Neden sonra uykunun ağırlığı tamamen gözlerine çöktü, gözleri kapandı uyumaya başladı. Cama vuran yağmur taneleri tamamen kesilmişti. İsmail, gecenin karanlığında, bir hastane odasında gözlerini açtı, annesini, babasını ve İlyas’ı uyur halde gördü, sevgiyle gülümsedi. O gece dünyanın her tarafından binlerce çocuk daha İsmail ile birlikte gözlerini açtı, binlerce çocuğun daha gülümsemesi yüzlerine yayıldı.