Sabahın kaçıydı bilmiyordu fakat uyanmaktan hoşnut olmadığına göre erken bir saat olmalıydı. Yatağın sıcak, soluğunun serin olduğunu fark etti. Mevsimlerden kış olmalıydı. Pek de umurunda değildi aslında. Ne zaman ne de mevsimler… Rahatı umurundaydı sadece. Alelade giyindi. Ne kadar kalın giyinse de üşüyecekti, biliyordu. Babasının kalıtsal mirasını taşıyordu soluk benzinde, ısınmak bilmeyen küçük ellerinde. Alışamadığı tek şey buydu hayatında. Ailesine, sevdiği adama, çektiği acılara, duyduğu sevinçlere, okuduğu okullara, kaybettiği insanlara, ölüm acısına, yaşadığı şehirlere, içtiği kahveye, parmağındaki sigaraya… Her şeye alışmıştı fakat üşümeye alışamamıştı. Kafasından geçenlere yetişebilmek için evden çıkması gerekiyordu. Öyle de yaptı. Kapıyı ardından çekerken gidişleri düşünüyordu, önce yavaş sonra hızlıca atılan adımları, her adımda insanların birbirinin menzillerinden nasıl da kolay uzaklaştığını. Öfkesini, kapıyı çarpıp apartmanda sesin yankılandığında farketti. Apartman sakinlerini rahatsız edip etmediği umurunda değildi. Çünkü onlar her halde sakindi. Kulakları sağır eden sessizlikleri vardı, panjurlarının ardında yaşadıkları suratsız hayatı sevmiyordu, “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın.” zihniyetindeydi bu insanlar. Sevmiyordu işte, sevemiyordu.
Merdivenlerden hızlıca indi, yürürken sakinleşti biraz. Yine otobüs duraklarında bekleyecek, nice insan gözlemleyecek kendince hüküm giydirecekti onlara. Kimini sevmeyecek, kimine acıyacak, kiminin pis bakışlarından rahatsız olacaktı, kimine özenecekti. Herkes yapıyordu bunu nasılsa. Bu yüzden kendini suçlu hissetmiyordu. Hunharca kalabalığın içindeki en amaçsız insan olarak kendini ilan etmişti. Soğuğu soluduğu bir anda bunu fark etti. Öyle ki; onlar işlerine, okullarına, hastanelere gidiyordu. En şanslıları da devlet dairelerinde ki hazımsız, memnuniyetsiz iş yürütmezlerdi. Bir çoğu homurtularının altında öğle yemeğini hayal ediyordu. Hem iş yürütmez hem de ekşi suratlılardı. Tekerlek üzerinde gitme mecburiyeti bittiğinde ayakları üzerine bastı kendinden emince. Derin bir nefes almaya çalıştı, ciğerleri de küçüktü, bir serçe kadar. Nefes aldığı kadar yaşayacaktı nasılsa dert etmedi, geri verdi. Gözlerini denizin maviliğinden alamıyordu takılıp düşmemek için bir banka atıverdi kendini. Böylece başka bir şey araya girmeden mavinin yoğunluğuna düşüncelerini karıştıracaktı. Mavileşmeye çalışacak, ferahlayacaktı. Yıkayacaktı ruhunu, kalbinin ateşini söndürecekti..
Gözü bir kelebeğe takıldı yine, renklerinin içinde mavi yoktu. Siyahlı kahveliydi. Çirkindi ona göre. Fakat hürlüğünü inanılmaz kıskanmıştı. Onun kadar kendini hiç bir zaman hür hissedememişti. Birden içine sıkıntı bastı. Kaşlarını çattı, alnında üç sert çizgi belirdi. İçine dert ettiklerini tam söyleyecekken sustu. Hemen geçti. Söylemediğine sevindi. Bakınca anlasaydı ya, yanyana geldiğinde hissetseydi ya… “Hepsi aynı terane…” diye söylendi. Kendinden vazgeçmişken iki cümleden vazgeçmek kayıptan ziyade, ziyandan kâr etmekti artık onun için. Buna o kadar emindi ki kellesini ortaya koyardı hiç korkmadan. Serçe parmaklarıyla nicesiyle iddiaya girer kazanır da kazanırdı. Gözlerini mavilikten çekip kapadığında kendini soğuk bir gecede soba islerinin bulanıklaştırdığı sokak lambasının sarılığına kapılmış bir kaldırımda, başını ellerinin arasına almış düşünürken buluyordu. Hem üşüyor, hem düşünüyordu hem de gözlerinden yaşlar akıyordu. Karanlıktı. Yine yalnız ve konuşkandı. İrkilerek döndü maviliğe bir kibrit çaktı geçmişine. Bir kolunu sırtını dayadığı bankın sağına attı. Yanı boştu, dolu olduğu günler de olmuştu tabii.
İnsanoğlunun doyumsuz isteklerini düşündü. Bitmek bilmeyen, birbirine zincirlesen uzayın en derin boşluğuna kadar uzanabilecek isteklerinden. Her isteğine ulaştığında merdiven çıkarcasına soluk soluğa bir diğerine ulaşma çabasından. Ne kadar da sığ. Nefes nefese ölmeyi tercih etmiyordu onlar gibi. Daha sakin, daha isteksiz ama daha mutlu. Bir insan kendini yaşadığı hayattan, dünyadan ne kadar soyutlayıp kendine uzaktan bakabilirdi? Kendisine en makro çekimini hangi yaşında yapabilirdi? Ne kadar objektif olabilirdi? Olsa ne yazardı ki? Bunu yapmaya çalışan insan sayısı şu dünyada ne kadar olabilirdi ki? Azınlık olurdu yine, azala azala yiter giderdi. Bu yüzden gerçekliğini bildiği tek şey insanoğlu toplu yaşam sürse de yalnız olduğuydu. Toplanmalarının tek nedeni bencillikleriydi. Korunma içgüdüleri onları birleştiriyor, birleştikçe tüketiyor, yok ediyorlardı. Beyinlerinin iki lobu da yaşamlarının oluşumunda itibaren yok etmek üzerine kurgulanmıştı. Zulmettikçe zenginleşenler vardı. Terazinin magmasında; ateşlerde yanan, üç kuruşa bütün gün çalışan fakirler varken terazinin gökyüzünde; oturmaktan, onun bunun hakkını yemekten göbekleri çatlamış ağırlaşmış zenginler vardı. Yükselenlerin insan sıfatına en uzak varlıklar olması fizik, ahlâk kurallarına da aykırıydı . Hem toplanıp ahlâk kuralı oluşturmuşlar hem de kendi koydukları kuralları çiğnemişlerdi. Öldürdükçe küçülen insanlıkları vardı. O yüzden en güvenilmez varlıktı insan.
Bir sigara daha yaktı. Çantasından kalemini kağıdını çıkardı. Geçmişini ayaklarının altına aldı. Yazacaktı. İnsanoğlunu, kendisini yazacaktı. Yatay, dikey, eğimli yazacaktı. Eve döndüğünde yorgundu, düşünmekten yorulmuştu. Mırıldandı yine;
“Uyumak şimdi son sigarayı söndürürcesine, kül tablasına bastıra bastıra öldürürcesine göz kapaklarını.
Hem efkârlı hem efsunlu…”