Öğrendim.
Bir dine bağlanır gibi değil de özgürlüğümü sever gibi sevmeyi öğrendim.
Bir eylül akşamı yüzüme kapanan bir telefonla yeni bir sayfa açtım kendime. Hayallerime adımlar atmaya başladım. Kendimi yine, yeniden şekillendirdim ve hala şekillendiriyorum. Korkmamaya alıştım sanki, daha cesur bir tavır aldım günden güne. Denedim, deniyorum. Sene devrildi, belki bir eylül daha, derken bir temmuz akşamüstü lavanta kokusu beni bir göçebe ile tanıştırdı. Ne garip kalbim o buzulluğunun ardında gizlenirken gözlerim parıldayabiliyordu. Ama göçebelik bu ya, devam ettim yoluma.
Biraz sonraları başka bir hikayede, bir mayıs gecesi kalbimin söküklerinin tamir edemesem bile gönlümü yeniden hissedebileceğimi düşündüm. Belki saplanıp kalmaktı bu. Uğultulu tepelerde sonu gelemeyecek bir bekleyiş başlatmıştım. Durdurdum. İstedim, belki bir buğulu sese bir ahulu göze kapılmayı istedim. Rüzgârı yeniden hissetmek istedim. Oldurmaktı belki bu, olmayışına üzülemediğim. Ağustosu geride bıraktım ve fark ettim ki ben öğrenmiştim; özgürlüğümü sever gibi sevmeyi. Çünkü bir dine bağlanır gibi bağlanmıştım ben zamanında, öyle ki zaman içerisinde kafamın içinde cerrahi müdahale ile etki edilemeyen bir parçaya dönüşmüştü. Büyüyor, büyüyordu; tuhaftır ağrısına rağmen kopmak istemez olmuştum. Gönlümde yara oluştu diyemem, gönlüm; yara olmuştu.
Böylesine zor muydu sevmek? Böylesine imkânsız mıydı kavuşmak? Kaçışlarım neden kaçtığım noktaya varıp duruyordu? Bütün ağrı kesicileri nadir bulunan gülüşünden mi yapmışlardı? Acı insanın birlikte ölmesi gereken bir şeydi, ben zaten ölüyordum… Gülüşünden filizlenecek oldum da soldum. Tohumum çürüdü.
Fakat meğer filizlenmek buymuş; çürümesiymiş tohumun. Oysa bilemezdi onu sevmemin nasıl bir mucize olduğunu, bildiği kadarıyla bir kahve bile içemedik. Öyle olmalıydı belki, öyle olması uygundu belki. Çünkü ben duygularımla barışık değildim ki, kendimle… Ne sunabilirdim, ne alabilirdim ondan? Hem konuşabilseydik kelimeler yetmezdi. Bir eylül akşamı yüzüme kapanan bir telefonla, buz tutmuş yüreğime yeni bir sayfa açtırdım ben. Hayallerime adımlar atmaya başladım. Fakat kolay olmadı kafamın içinde büyümekte bir parçayla devam etmesi, benden bu kadar uzaktayken beni bu kadar etkileyebilmesi karşısında nutkum tutulmuştu. Kaç güz geçmişti, bir elveda bile denmeyişin başlattığı yağmurlar ne uzun sürmüştü bir temmuz sıcağına değin. O zamana dek neler düşünmemiştim ki, yitirseydim misal aklımı; yerine gelir diye onu bulsalardı bana. Gülünce canlanan rengi gözünün, tanıdık gelseydi bana. İnanın bunu bile düşünmüştüm. Ta ki bir sonraki temmuz akşamüstüne değin. Ama dedim ya göçebelikmiş yazılı olan, yan rolümü oynayıp geçtim; cesur olmayı öğrendim. Mayıs geldiğinde ise ağustosa varan süreçte, eski-yeni bir hikayenin misafiriydim. Özgürlüğümü sever gibi sevmeyi öğrendim.
Öğrendim.
Bu süreçte çok şey kattım kendime. “ dünyada her şey yok olsa bir o kalsa ben yaşamaya devam ederim ama bir o yok olsa her şey yerinde kalsa ben yaşayamam” derken; bu sözleri pek sevdiğim kitap satırları dışında zihnimden geçirirken okuduğumu fark eden ben, seyretmeyi değil yaşamayı öğrendim.
Yüreğim buz değil şimdi belki, ama söküklerini dikemedim henüz.