Köye geldiği ilk günü hatırladı birden. Hani o yağmurlu gecede, kahvehane kapanmadan biraz önce gelmişti. İnsanlar şaşkındı. “Bu saatte, köye bu büyük araçla gelen kim olabilir ki?” diye düşünmüşlerdi ya. Akreplerden korktuğu için kerpiç evde kalamayan; ne yapıp edip, çocukluğundan beri hayal ettiği karavanı alan ve köye o karavanla gelen bir öğretmendi o. Karavanını okulun bahçesine park etmişti, teneffüste çocuklarla top oynarken köye geldiği ilk günü hatırlamıştı. Birkaç ay öncesini…
Saatinin pili bittiği ve okulun otomatik çalan zili olmadığı için on dakika olması gereken teneffüsün on beşinci dakikasındalardı. Oyun o kadar zevkliydi ki… O da öğrencileriyle beraber kendini oyuna kaptırmıştı ve ders vakti unutulmuştu. Maçtaki ikinci golün ardından, burada uyandığı ilk sabahı hatırladı. Karavanında, çevredeki horozların sesiyle uyandığı huzurlu bir sabahtı bu. Uyanmış, elini yüzünü yıkamadan dışarı çıkmış ve ciğerleri okşayan tertemiz havadan aşkla derin bir nefes çekmişti ya. Sonra etrafı süzmeye başlamıştı. Buraları kendi köyüne hiç benzetememişti. Kendi köyü dağlıktı, buralar ise uçsuz bucaksız buğday tarlalarına sahip olan, filmlerdeki köylere benzeyen bir yerdi. İçinden, buraya “Cennet Köy” diye bir isim takmıştı. Üçüncü gölün ardından, öğretmen olarak girdiği ilk dersi hatırladı. İlginç teneffüsün yirminci dakikasıydı. Sınıfın kapısını büyük bir heyecanla açmıştı ya. İşte o günü hatırladı. Sınıfa girdiğini, öğrencilerin hep birden ayağa kalktığını… Öğrencilerin gözlerine bakarken yüreğinde kopan fırtınaları hatırladı. “İyi ki…” demişti o zaman içinden, “iyi ki buraya gelmişim”.
Bu anları hatırlamak, hayal dünyasında küçük bir gezintiye çıkmak o kadar mutlu etmişti ki onu. Dersi unuttuğu gibi oyunu da unuttu, oyunu birden bırakıp kenara oturduğunun, elini çenesine koyup gülümseyerek daldığının farkında bile değildi. Ders vaktinin geçtiğini çoktandır far eden öğrenciler birbirlerine bakıp gülüyorlardı. O ise gözleriyle bir bulutun daha peşine takılmış, kim bilir neleri düşünüyordu. Tam bu sırada, bir sürü çocuğun neşe kaynağı olmaktan gayet memnun olan yaramaz top, gitti ve karavanın aynasına çarptı. Aynanın kırılma sesiyle irkilen öğretmen, istemsizce ayağa fırladı, sesin kaynağını arayan gözlerle etrafa bakındı. Topa vuran öğrenci korku dolu gözlerle ağlamaya başladı. Diğer çocuklar sus pus olmuştu. Öğretmen, çocuğun niçin ağladığını anlamak için ona doğru yöneldi. Bu sırada çocuk birden, eliyle yüzünü koruma pozisyonuna geçti, “Nolur vurmayın örtmenim! Valla istemeden oldu!” Öğretmen şaşırdı, “Dur, ağlama yavrum! Neden vurayım sana?” Çocuk hala ağladığı için konuşmakta güçlük çekiyordu, “Ama ben, yanlışlıkla sizin münübüsünüzün aynasını kırdım!” Öğretmen o yöne baktı, sesin kaynağını anladı, önemsiz bir şey olduğu için birazcık rahatladı, gülümseyerek, “Olsun yavrum. Kırılırsa kırılsın! Sizden birine bir şey olmadı ya. Ayna için sana niye vurayım ben yavrum? Ağlama!” Böyle dedikten sonra öğretmen, onun boy seviyesine ulaşmak için diz çöktü ve çocuğa sarıldı. Herkes bu diyalog esnasında şaşkındı. Rahatlayan ve hıçkırıkları yavaşlayan çocuğun yanakları kıpkırmızıydı. Onlarca saniye süren sarılma esnasında çocuk, geçen seneki öğretmeninden yediği dayağı hatırladı. Tebeşirle tahtaya resim yaptığı için yediği dayağı… Basit bir dayak gibi görünse de çocukta derin izler bırakan dayağı… Çocuk o dayağı hatırlayadursun, öğretmen de ilkokula başlamadan önce “öğretmen” denen şeyin insan dışı bir yaratık olduğunu zannettiğini hatırladı. Gülümsedi. Ve bir keresinde ilkokul öğretmeninden, her ne sebepleyse işte, korktuğunu ve bunu anlayan öğretmenin onun başını okşadığını hatırladı. Ve öğretmeninden öğrendiği şeylerin ne kadar sayısız, ne kadar paha biçilmez olduğunu hatırladı. Bunları hatırlarken ve belki de ölmüş olan öğretmenine birdenbire hasret duyarken cebinden bir peçete çıkardı, çocuğun ağlamaktan akmış olan burnunu hiç tiksinmeden temizledi. Ayağa kalkarken çocuğun kızarmış gözlerine gülümseyerek, sevgiyle baktı ve çocuk da gülümsemeye başladı.