İzmir’deki ilk evimiz Küçükyalı’da, bulunduğu semtin ismiyle yarışırcasına küçük, kutu gibi bir evdi. Ama küçükken öyle gelmiyordu bana. Sonralarda iki adımda aştığım koridor, o zamanlar her bir köşesinde canavarların kol gezdiği bitmez tükenmez, ucu sonu olmayan bir yol gibiydi. Burası benim ilk evimdi; bu oda benim ilk odam, bu mutfak benim ilk mutfağım, yani burası benim ömür boyu yaşayacağımızı düşündüğüm ilk evimdi. Bundan sonra taşındığımız evlerde de aynı şekilde hep bir ömür boyu yaşayacağımızı düşünmüştüm.
Ben dünyaya gelmeden önce, daha belki düşüncem bile yokken ortada, annemle babam başka bir evde yaşıyorlarmış. Hatay Caddesi’ne görece yakın, yanılmıyorsam Üçyol Semti’nde,tam bulvara bakan bir apartmanın en üst katına gelin gelmiş annem. Apartmanın en alt katında, şimdi hala çalışmakta olan bir birahane varmış; çok güzelmiş mezeleri. İzmir’i bilenler az çok tanık olmuştur bu mekanlara veya bir mahalle köşesinde muhakkak kendileri ile tesadüf etmişlerdir. İzmir’de çoğu apartmanın altında birahane görebilirsiniz; rutindir. Burada konsomatris kadınlar olmaz; pavyon klasmanında değildir bu mekanlar. Çoğu mutsuz, huzursuz veya müdavim, ekseriyetle evli ve çalışan erkeklerin iş çıkışı eve gitmeden evvel kafalarını topladıkları, evde eşlerine karşı izleyecekleri stratejileri kafalarında kurdukları, mezeleri ile beraber karınlarını çok fazla doyurmadan iki yudum içip az sonra evde beyinlerinin maruz kalacağı kadın dırdırlarına hazırlıklı bir şekilde kapıdan çıktıkları görece nezih ama herkese göre olmayan yerlerdir.Çoğu mahallede vardır bunlardan; çok sonralardan her yerde moda olan “modern” biracıların belki ilk çağ versiyonlarıdır bu mekanlar.
Annem o zamanlar pilav bile yapmayı bilmeden gelin olmanın verdiği rehafetle, her akşam yumurta kırma konusunda ihtisas yapmaya başlayınca babam da ne yapsın bir şekilde birahanenin sahibi ile tanışıp telefonunu almış ve en üst kattan birahanenin kapısına sepet sallama yöntemiyle mezeleri eve doldurur olmuş. Belki de o mecburiyet zamanlarının ona vermiş olduğu seçimsizlik hissiyle hala söyler dururdu babam mezelerinin ne kadar güzel olduğunu. Neyse gel zaman git zaman bunun bu şekilde devam edemeyeceğine karar veren annem bir şekilde o gece tavuk yapmaya karar vermiş. O zamanlar böyle büyük marketler yok, böyle bir hijyen hak getire –yine hala hijyen var mı deseniz ehhh yine pek yok ama o zamanların durumu “içler acısı” tabirini karşılar cinsten-. Neyse, babam gitmiş mahalle kasabından bütün bir tavuk almış, eve getirmiş. Annem de tavuğu aldığı gibi soslamış bir güzel atmış fırına. Bundan yıllar yıllar sonra, uzunca bir süre küs kalacakları ve malesef öteki aleme giderken de küs olarak ayrılacakları çocukluk arkadaşları gelecekmiş o gün. Neyse gelmiş arkadaşları ama evde ağır bir koku varmış. Birşeyler yanıyor zannetmişler önce, sonra bakmışlar yanık falan yok, demişler bir terslik var bu durumda. Fırına gidip de içini açıp bakınca ne görsünler; bütün tavuk sözün tam anlamıyla bütün bütün, temizlenmemiş, her bir parçası eksiksiz bedenin içerisinde durup dururken pişmeye çalışıyor. Nereden bilsin bizim tecrübesiz çiftimiz o zamanlar kasaba gittiklerinde tavuk isterken içinin temizlenmesi gerektiğini söylemelerini. Neyse tavuk çöpe gitmiş, sepet bir kez daha sallanmış aşağıya, birahane sahibinin durumla dalga geçer gibi dudağının kenarından gülümsemesine eşlik edercesine eve çıkmış, dost masasını süslemiş mezeler. Sonra ne yapmış etmişler, borca harca girmişler, şu dünyada bize ait birşey olsun demişler, Küçükyalı’daki o kutu gibi evi almışlar. O ilk evlerinde yaşadıkları ve benim büyürken çeşitli yerlerde, zamanlarda, farklı kişilerin dudaklarından duyduğum yüzlerce anı bir başka yazının konusu olsun.
Küçükyalı’daki “küçükev”de – ki bu eve kendi aramızda, evi sattıktan sonra bile, hep “küçük ev” diye hitap ettik – yaşadığım onca şey vardı ki o minicik duvarlar hayatım boyunca aklımdan çıkmadı; gittiğimiz evler ne kadar güzel, ne kadar büyük, ne kadar heybetli olursa olsun o minicik duvarlara bir kez olsun ihanet etmedim yüreğimde. İkinci evimiz, “küçük ev”e birkaç sokak mesafede, altında otoparkı olan, koridorları bir labirenti andıran kocaman bir evdi. O kadar iyi ısınırdı ki kışları bile içeride kısa kollularla dolaşırdık. Ondan sonra hayatıma giren hiçbir evde kışın kısa kollu ile dolanma keyfini yaşayamadım. O zamanlar Pazar akşamlarının vazgeçilmezi bir Parlement Sinema Kuşağı bir de evvelinde Bizimkiler dizisi vardı. Pazar akşamlarının vazgeçilmezi ütü masası televizyonun önüne gelir, annemin söylenmeleri arasında o okul gömlekleri, etekleri ütülenir ve sonra ütü masası dolaptaki yerini geri alırdı. Ertesi gün okul olduğunu bilmenin verdiği huzursuzlukla oturur en sevdiğim diziyi izlerdim; Bizimkiler. Hiçbir benzer yanları olmasa da kapıcımız Sami Abi’yi hep dizideki kapıcı ile özdeşleştirirdim aklımda. Sami Abi, dürüst, çalışkan, ahlaklı, zaman zaman her insan kadar tembel ama özünde iyi niyetli biriydi. Yıllar sonra tesadüfen o mahalleye yolum düştüğünde sokağın köşesinde karşılaştığım Sami Abi’yi görmenin bende yarattığı o gerçek mutluluğu size burada kelimelerle anlatamam. Sami Abi’nin bir de karısı vardı; Nurhan Teyze. Memleketlerinde zengin bir ailenin kızıymış zamanında ama Sami Abi’ye düşünce gönlü ve klasik ailesi bu evliliğe izin vermeyince beraberce kaçıp İzmir’e gelip evlenmişler. Onların da aynı filmlerdekine benzer bilindik, tanıdık bir hikayesi vardı işte. Nurhan Teyze de Sami Abi kadar iyi niyetli, iyi yürekli bir kadındı. Uzunca bir süre, çalışan her annenin kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak, bana o baktı. İlk çocuğuna hamile kaldığında karnının büyümesini beraber izledik. Bebeğini kollarına ilk aldığında onunla beraber sevindik, ağladık. Artık evde Nurhan Teyze, ben ve bir minik bebek toplamda üç kişiydik. Sonra ben büyüdüm, asileştim, yaşamımı kendim yönlendirmek istedim. Okuldan çıkışta hemen eve dönmeme kararını almak, kendimce oluşturduğum ve hayata geçirdiğim bu karar verme mekanizmasının bir ürünüydü. Böylece artık Nurhan Teyze de, bana ve bu koca eve bağlı kalmadan, özgürce kendi hayatını yaşayabilirdi. Tamamen koptunuz mu derseniz hayır diye cevap veririm çünkü Nurhan Teyze hep ailemizden biri olarak kalmıştı; eve her zaman gelip giden, tanıdık, yakın bir dost olarak. Öyle ki onun o muhteşem kıymalı yeşil mercimek yemeğini her özlediğimde bir telefonla gelip yemeği yapıp çayını kahvesini içer evine geri dönerdi. Annem tarifini almıştı, yapardı da sağolsun,ama derseniz ki aynı tadı verir miydi, buna da cevabım hayır olurdu.
Çok uzatmayayım; sonralardan annemin sadece temizlik ve evin düzeni için bir yardımcıya ihtiyacı olduğunda, şu an ismini bile hatırlamadığım, sanıyorum sadece iki haftasonu bize gelmiş olan, son gelişinde de pencereden aşağıya düşmesine zar zor engel olduğumuz gençten bir kadın bulduk. Elinin işi iyiydi bence ama annemin habire kadının etrafında dolanma, ulaşamadığı zamanlarda da beni kadının kuyruğuna takma gibi bir takıntısı vardı. Niye bunu yapıyorduk şimdiki aklımla bile çözebilmiş değilim. O bahsi geçen son temizlik gününde, babamla salonda oturmuş televizyona bakarken, annemin balkona döktüğü suların sesi ve kadının salon camında bir cambazdan daha tecrübeli bir şekilde dengede durup camın en ücra noktalarını temizlemeye çalıştığı akrobatik hareketler eşliğinde televizyonda beliren Türk Bayrağı ile dikkatimiz iyice ekrana odaklanmıştı. O zamanlar biri, önemli biri, öldüğünde televizyonlar Türk Bayrağı koyardı. Yanılmıyorsam bayrağın arkasından bir de marşımızı çalarlardı. Günümüzde televizyon kanallarının bu şekilde bir uygulaması var mı bilmiyorum. Kimin öldüğünü anlamaya çalışırken hayal meyal bir yazının geçtiğini hatırlıyorum, kanalın ismi Star’dı; Türkiye’nin tek ve ilk özel kanalı…Yazı da Turgut Özal’ın ismini görmemizle beraber bizim camdaki meşhur cambazımızın dengesi alt üst olmayıversin; sanırsınız akrabası öldü. Bir feryat koptu ki camın önünde anlatamam, kadın kendini tam boşluğa bırakacakti ki annemle babam yakaladı kollarından ve ayaklarından. Meğersem kadının üzüntüden tansiyonu düşmüş. Neyse ayranlar içirdik, yatırdık kadını kendine getirdik. Annem güzelce bir azarladıktan sonra kocasını aradı kadının. Kocası gelip aldı kadını; kendi gibi genç, zıpkın, delikanlı biriydi. Sonradan öğrendik ki İzmir’den kalkıp cenazeye gitmişler apar topar. O zaman da anlam verememiştim şimdi de anlam veremem meşhur, önemli insanlara bu derecede bağlanılmasına ve onların bu derecede sevilmesine. Dozu olmayan ve muhtemelen en yakınlara bile gösterilmeyen bu sevgi patlaması ne kadar da heba edilmiş bir güzelliktir bu açıdan baktığımda.
İşte bu biraz komik, görece ironik, küçücük anı ile beraber o günü, o Nisan öğlenini hiç unutamam. Sıcak ve nemli bir gündü. Babamın sessizce koltuğa oturduğunu hatırlıyorum. Sessiz, yorumsuz, televizyonun sesini sonuna kadar açarcasına sağır, televizyonda dönen yorumlara laf yetiştirmek dışında başka birşey konuşmamacasına dilsiz…Babam ne zaman bir ölüm haberi alsa, genzinden, derinden çıkan bir “vah” nidasıyla düşüncelere dalardı. Bunda da öyle olmuştu aynen. 1993 yılı, o küçücük aklımla hatırlayabildiğim kadarıyla, beraberinde iki ölüm haberi getirmişti.O sıcak, nemli Nisan gününden tam dört ay önce, Uğur Mumcu’nun ölüm haberi televizyonlarda dönmeye başladığında, işte asıl o an, babamın suratında üzüntü, göz pınarlarının kenarında biriken damlalar ve havada yine genzinden, derinden çıkan bir “vah” nidası vardı. Şimdilerde ne zaman biri istemsiz “vah” dese, bende istemsiz birinin ölüm haberi geldi zannederim. İşte kelimelerin de aynı kokular gibi böyle bir etkisi vardır insanlar üzerinde; ne zaman onlarla karşılaşsanız başkasına hatırlatmadıkları şeyleri size hatırlatırlar. Bu da onların kendi kendilerine kurdukları bir karar verme mekanizmasıdır; o mekanizma içerisinde siz sadece bir izleyici olabilirsiniz.