Kara Kitap’ı 1990-Mart’ında otuz sekiz yaşımdayken yayımladım. Bu kitap, edebiyattan başka hiçbir şey ile meşgul olmadığım yoğun bir çalışma ve hayal kurma döneminin ürünüdür. Kitabı bitirirken pek çok bakımlardan kahramanım Galip gibi hissediyordum kendimi. Yorgundum ama romanımın tuhaf, acayip, değişik olduğundan emindim.
Üç yıllık bir çalışmadan sonra, 1988 Kasım’ında kitabı kısa bir süre içerisinde bitirmek üzere Erenköy’de yeni yapılan on yedi katlı bir apartmanın tepesinde boş bir daireye kapanmış, hiç durmadan yazıyordum. Karım Amerika’daydı; telefonumu bilen, arayan yoktu. İyice yalnızdım ve bundan çoğu zaman şikâyetçi değildim. Zaten az olan arkadaşlarım; dergi, gazete yazısı ya da benzeri şeyler isteyecek editörler; yani kitabımdan ve Galip’in maceralarından beni alıkoyacak her şey uzaklardaydı. Aynı büyük apartmanda oturan ve bana bazan şefkatle akşam yemeği veren iki uzak hısım-arkadaş (Ömer ve Sibel) dışında kimseyi görmüyordum ve bir kitabın içine saplantıyla girip bütün dünyayı mutlulukla unuttuğum zamanlarda olduğu gibi, kimseyi görmemekten de çok memnundum.
Ama kapandığım köşede de kitabı bitiremiyordum bir türlü. Kara Kitap’ı beş yıla yakın bir zamanda, çok uğraşarak, iyi yazmak için kendimi her zamanki gibi zorlayarak yazdım.
Erenköy’deki boş ve ücra bir binanın bir köşesinde romanı yazdıkça kitabın sonunun hiç gelmemesi, yazma ve yalnızlık zevkinin yanında beni, tuhaf bir mutsuzluk ve korku duygusuyla, yavaş yavaş kahramanım Galip’e benzetmeye başladı. İstanbul’da karısını aradıkça bulamayan, bu arada da hiç hesapta olmayan başka şeylerle karşılaşan, bu harikalardan, yeraltı tünellerinden, Türkan Şoray ve benzerlerinden ya da okuduğu bütün o köşe yazılarından içindeki kayıp ve mutsuzluk duygusu yüzünden bütünüyle zevk alamayan Galip gibi ben de, yazdıkça ve genişledikçe beni mutlu eden kitabın zevklerini içimde derinlemesine hissediyordum. Ama romanımı bir zafer duygusuyla sonuçlandıramıyordum bir türlü.
Bir süre sonra yazı yazdığım yerde tıpkı Galip gibi yapayalnız bulmuştum kendimi. Günlük tıraş olmayı bırakmış, üstüme çekidüzen vermez olmuştum. Bir akşam ayağımda eskimiş, delinmiş lastik ayakkabılar, kafamda bir kasket, üzerimde düğmeleri kopmuş bir yağmurluk, elimde berbat bir plastik torba, Erenköy’ün arka sokaklarında hayalet gibi yürüdüğümü hatırlıyorum. Evlerin birinci kat pencerelerine, dükkânların, lokantaların vitrinlerine başka hayatları düşleyerek bakardım. Gelişigüzel bir lokantaya, büfeye girer, içeriye düşmanca bir göz atıp karnımı doyururdum. İki haftada bir beni ziyarete gelip yemeğe çıkaran babamın, benim roman ile savaşır gibi uğraşmamdan, içinde yaşadığım dairenin pisliği ve bakımsızlığından, benim o hayatı kaymış halimden, kitabımın bir türlü bitmeyişinden endişelenerek bana öğüt verdiğini “Kendine dikkat et, bu âlemden çık biraz” dediğini hatırlıyorum.
***
Kara Kitap’ın ilk düşüncesi, İstanbul’da geçen ve şehrin bütün tarih ve anarşisini ve çocukluğumun sokaklarının şiirselliğini kucaklayacak bir kitap yazma fikri, ta 1970’lerin sonunda aklımda vardı. 1979’da tutmaya başladığım bir defterde, otuz beş yaşlarında evden kaçan bir aydından, onun geçirdiği uzun bir hafta sonundan, aynı anda İstanbul’da oynanan ve milli bir felâkete dönüşen bir milli futbol maçından, elektrik kesilme-lerinden ve İstanbul sokaklarından, hem Bruegel’in (kar) hem de Bosch’un (şeytanlar) resimlerinin havasından, Mesnevî, Şehname ve Binbir Gece Masalları’ndan söz etmişim.
Bu ilk düşünceler kafamda geliştiği sıralarda daha ilk kitabımı, Cevdet Bey ve Oğulları’nı bile yayımlayamamıştım; ama kahraman olarak bir ressamı düşünüyor, “Parçalanmış Minyatür” adıyla bir kitap tasarlıyordum. İstanbul’un bitip tükenmez gürültüsü ve karmaşasını, aydınlarını, aydınların katıldığı eğlenceli partileri, aile toplantılarını, cenazeleri, futbol maçını anlatan spikeri, bir güzellik yarışmasını, pek çok şeyi aynı anda kuruyor, her zaman olduğu gibi o sırada yazmakta olduğum romanlardan çok (yarım kalan bir siyasal roman, Sessiz Ev, Beyaz Kale) ileride Kara Kitap adını alacak bu romanın hayalleri ve tasarılarıyla mutlu oluyordum.
Bu sıralarda kitabın yapısını, fikrini etkileyen bir gün yaşadım: Kenan Evren’in 1980’deki askeri darbesinden iki yıl sonra yapılan yeni ve baskıcı anayasa, 1982 yılında özgürlükleri iyice kısıtlayan ağır siyasi yasaklar altında halkoyuna sunulmadan kısa bir süre önce, teyzemin oğlu beni aradı ve İsviçre’den gelen bir televizyon kanalının önerilen anayasayı televizyon kameraları önünde eleştirecek aydınlar aradığını, bu işe cesaret edebilecek kimseyi tanımadığını söyledi. Ben ona yardım edebilir miydim?
***
Yoğun bir çabadan sonra, ruhsal bir bunalımın eşiğine gelerek bitirdiğim romanın popüler olmasını ya da çok satmasını hiç beklemiyordum. Üstelik ilk yayımcısı Can Yayınları da özel hiçbir tanıtım yapmamıştı. Ama kitap bana kalırsa hem değişikliği ve yeniliği hem de çok tanıdık bir hayattan söz açmasıyla okurların hoşuna gitti. İlan kampanyalarının ve medyanın desteğini almadan Kara Kitap kendi yolunu kendi çizdi ve benim Türkiye’deki okur sayımı kendiliğinden üçe katladı. Romanın dilinin, konusunun tuhaflığını, anlaşılmazlığını tartışma konusu yapan polemikler açıldı. Bunları, roman hakkında uluslararası edebi çevrelerden gelen ilginç yazıları arkadaşım Prof. Nüket Esen Kara Kitap Üzerine Yazılar adlı bir kitapta topladı. Bunlardan birinde sivri dilli bir İngiliz eleştirmen böyle sıkıcı bir kitabı yalnızca Fransızların sevip okuyabileceğini ve İsveçlilerin de ünlü ödüllerini vereceklerini yazmıştı, alaycılıkla. Bu kehanet de on iki yıl sonra kitabın ruhuna uygun bir şekilde doğru çıktı. Kırka yakın dile çevrilen Kara Kitap en çok Fransa’da sevildi ve Nobel jürisi başkanı da en çok bu romanımdan etkilendiklerini 2006 yılında ödülü duyurduktan hemen sonra açıkladı.
Romanı bitirmekte olduğum gecelerde, sabahın dördüne kadar İs-tanbul’un sessizliğine kulak kabartıp (uzakta havlayan köpek çeteleri, hışırdayan ağaçlar, polis arabaları, çöp kamyonları, sarhoşlar) istediğim kadar, istediğim gibi sigara içerek roman yazabildiğim için ne kadar mutlu olduğumu şimdi çok iyi anlıyorum. O gece yarıları, sabaha doğru bu mutluluğu baş döndürücü bir manevi yorgunluk ve romanın zaman zaman bana da kapalı olan esrarı içerisinde kaybolma zevki ve korkusu olarak yaşardım.
Bu esrarın kıvamı, korkusu, anlamı konusuna; pek çoklarının yarı şüphe, yarı merakla bana sorduğu o tehlikeli bölgeye; onu çözümleyip anlayamayacağımı çok iyi bildiğim için uzun bir süre hiç girmek istemedim. Şimdilerdeyse Kara Kitap’ın Sırları adlı küçük bir kitapçığın hazırlıklarını yapıyoruz.