Güneş’ten buraya binlerce kilometre yol kat etmiş ışınlar, salonundaki eski koltukta uyuyan adamın yüzüne düşerek seyahatlerine son verdi. Adamın bekarlık günlerinden beri tek amacı haftasonları şekerleme yapılacak rahat bir yer sağlamak olan emektar yeşil koltuk, önündeki küçük iskemle ve yanındaki cilalanmış tahta sehpa ile birlikte salonun köşesinde duruyordu. Adam, ağzı hafif aralanmış, başı arkaya düşmüş bir şekilde uyukluyordu. Sehpada duran seramik kupa ağzına kadar sabah kahvaltısından sonra içilmek üzere hazırlanmış kahve ile doluydu. Salonun caddeye bakan büyük penceresi güneş ışığının bütün salonu aydınlatmasına olanak sağlıyordu, ama sabah güneşinin çoğu koca bir sahnede tek başına ayakta duran bir oyuncunun üstüne düşen spot ışıkları gibi adamın üstüne düşüyordu.
Kadın gündelik işlerini yapmak için koridorda koştururken gözü kocasına takıldı. Salonun kapısının eşiğinde durakladı, başını duvara yaslayıp uzaktan adamı izledi. İnip kalkan göğsü, her zaman kendiliğinden pembe olan dudakları, uzun, bir piyanistinkileri andıran parmakları aynıydı. Ama bir şeyler değişmişti. Kadın bunu biliyordu. Yıllarca evini, yatağını, hayatını ve kalbini paylaştığı adam artık eskisi gibi değildi. Akşamları küçük masalarına oturup yemeklerini yerken kadının açmaya çalıştığı her sohbet sonsuz kalıyor, adamın hevessiz cevaplarıyla yarıda kesiliyordu. Geceleri adam, karısını uyuyor sandığı zamanlar sık sık yataktan kalkıyor, balkona çıkıyor ve dakikalar boyunca geri dönmüyordu. Bir sabah kahvaltı ederlerken, “Bir sorun mu var?” diye sormuştu kadın. “Yıllar boyu sorunlarımızı hep birlikte çözdük, bir şey canını sıkıyorsa bana söylemelisin.” Adam kafa sallamakla yetinmişti, gazetesini açmış, gözlerini sayfalarda gezdiriyordu ama sanki satırların arasında başka bir şeyler arıyor gibiydi. Kadın bunun üstüne ayağa kalkıp kocasının arkasına geçmişti, kollarını adamın boynuna dayamış ve saçlarını, yüzünü öpmeye başlamıştı. “Bir bardak kahve ister misin?” Adam bir an düşünür gibi olmuştu, ama başka bir şeyi düşünüdüğü belliydi. Kadının ufacık elleri gömleğinin üstünden adamın omuzlarını okşarken bile adamın kafası başka bir yerdeydi. Bir gülümseme belirmişti adamın yüzünde, ancak bu o kadar zorlama bir gülümsemeydi ki adamın yüzünde usta bir sanatçının yaptığı tabloya sonradan eklenmiş bir resim gibi iğreti duruyordu. Bu gülümseme zaten yalnız dudaklarında dolaşmış, gözlerine hiç uğramamıştı. “Yorgunum, biraz uyuyacağım,” demişti adam sadece, sonra da kendini kadının kollarından kurtarıp odadan çıkmıştı. Bakakalmıştı kadın arkasından. Masada yarısı bile okunmamış bir gazete, yarısı bile yenmemiş bir tabak duruyordu. Adam hiç bu kadar iştahsız olmamıştı, hiç gazetesini okumayı bitirmeden sofradan kalkmamış, hiç sabah kahvesine hayır dememişti ve kadının öpücüklerine karşı hiç bu kadar isteksiz davranmamıştı.
Sorunun ne olduğunu biliyordu kadın, en azından tahmin edebiliyordu. “O”ydu sorun. Kocasının bu kadar soğuk davranmasının nedeni de O’ydu, eskiden geceleri kadına sıcacık dokunan ellerin artık yabancı olmasının nedeni de. Yıllar önce, ilk göz göze geldiklerinde içinin nasıl titrediğini hatırladı kadın. Kadın çabucak gözlerini kaçırmıştı ama tüm gücüyle saklamaya çalıştığı gülümseme bir yolunu bulup yüzüne yerleşti. Biraz flörtöz, biraz cüretkar ama olabildiğine samimi, olabildiğine sıcak bakan o bir çift göze hayatının sonuna kadar bakmak istediğini o saniye anlamıştı kadın. Şimdiyse o gözler bomboş bakıyordu. Porselen bir bebeğin yüzüne yapıştırılmış iki mavi boncuktan daha fazla anlam taşımıyorlardı kadına bakarken. Kadın ağlıyor, sızlıyor, canını sıkanın ne olduğunu kendisine söylemesi için kocasına yalvarıyor, kendini parçalıyordu, ama o gözlerde hiçbir duygu okunmuyordu. Boşlardı sadece. Uzaklara bakıyor gibilerdi. Sanki kadın şeffaftı, camdan yapılmıştı da adam aslında uzaklarda başka bir şeye bakmaya çalışıyordu, bakışları kadının içinden geçip gidiyordu. Ya adam kör ve sağır olmuştu ya da kadın görünmez ve dilsizdi. Kocasına ulaşmak, ona dokunmak adına sarf ettiği bütün çabalar boşuna gidiyordu. Hayat arkadaşı artık ona bir yabancıydı, hayatının yarısından fazlasını geçirdiği bu ev de ona yabancı geliyordu. Kışın önündeki kanepede kıvrılıp yattıkları şöminenin üstündeki fotoğraflar, duvarda asılı duran tablolar, yemek masasının üstündeki plastik çiçekler, hepsi anlamsızdı, hepsi uzaktı. Kadının gözleri doldu. İç çekip doğruldu, hala bütün kalbiyle sevdiği, bütün ruhuyla bağlı olduğu yabancıyı koltukta uyuyor halde bırakıp işlerine geri döndü.
***
“Sence sorun O mu?” diye sordu kadın gözlerini kucağındaki çay fincanından ayırmadan. İki eliyle sımsıkı tutuyordu sıcacık fincanı, sanki aradığı cevaplar yarı şeffaf, koyu kırmızı çayda gizliymiş gibi dakikalardır gözleri oraya dikilmiş halde duruyordu. Kadının arkadaşı iç çekti, endişelenmiş bir şekilde ona bakıyordu, elini uzatıp kadının omzuna dokundu. “Bilmiyorum hayatım, basit bir şey de olabilir. İşte sorunlar yaşıyordur belki, patronuyla kavga etmiştir ya da ne bileyim, geçen ay faturaları falan ödemekte zorlanmıştır?” Kadının isteği dışında dudakları titriyordu, gözleri yaşlarla doluydu ama henüz ağlayamamıştı. Gözlerini ilk defa kaldırıp arkadaşının gözlerine dikti. “Hayır, öyle değil,” dedi zorla. Çektiği acı ses tonunda çok rahat bir şekilde duyuluyordu. “Öyle bir şey olmadığına adım gibi eminim. Sorun O diyorum sana. O’ndan başkası sevgilimi böylesine uzaklaştıramazdı benden.”
Kadının arkadaşı da O’na yabancı değildi. Biliyordu O’nu, o kötü şöhretli kadını. Saçları kömür karasıydı, gözleri de öyle, dudaklarında hep kıpkırmızı bir ruj vardı ve teni bembeyaz olmasına rağmen çok sıcak görünüyordu. Bir kere uğradığı yerde aylar boyunca tek sohbet konusu olarak kalmayı başarıyordu, bir kere O’nunla yolu kesişen insanın aklından asla çıkmıyordu. Mutlu yuvaları yıktığı görülmüştü, asla gitmez denilen nice adam onun cazibesine kapılmaktan kurtulamamıştı. Yürüdüğü yerde kendine has bir koku bırakıyordu, çekici bir koku, yarı gül yarı krizantem. Kadın biliyordu ki aşık olduğu adam bu kokuyu almışsa bir kere, burdan geri dönüş imkansız denebilecek kadar zordu. Dokunuşu sıcaktı, yalnızca iki aşığın birbirine dokunuşu gibi sıcak değil, ateş gibi sıcak, dokunduğu her şeyi yakacak, kavuracak, yok edecek kadar sıcak. Gözleri insanın içini okur gibi bakıyordu, baktığı insan savunmasız hissediyordu kendini, bütün sırları açığa çıkmış, kendine bile itiraf edemediği duygular gün gibi ortadaymış gibi hissediyordu. Bütün bunları yaparken de gülümsemesi asla düşmüyordu yüzünden. Yalnız bu gülümseme samimi, neşeli bir gülümseme değildi hiçbir zaman, hile yapmaya, karşısındakini incitmeye hazır bir kadının tehditkar gülümsemesiydi. Karşısındakini kolaylıkla ele geçirebileceğini biliyordu sanki, bunu yapmaktan da asla çekinmiyordu.
“Dua et,” dedi kadın, sonunda gözlerindeki yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu birbirinin ardından. “Dua et de O ele geçirmiş olmasın kocamı. Onu çok seviyorum, hala çok seviyorum. Onu kaybedemem. Lütfen, Tanrım, lütfen.” Arkadaşına yalvararak başladığı ağlamasına Tanrıya yalvararak bitirmişti. Hiç çekmediği kadar acı çekiyordu. Biliyordu ki eğer sevdiği adam O’nun tuzağına yakalanmışsa, bir gün eve gidip onu orada bulamaması an meselesiydi.
***
Saat gece yarısını geçmişti, dışardaki rüzgar ve derin uykudaki sevgilisinin nefes alıp verişlerinden başka hiçbir şey duymuyordu kadın. Son günlerde kocası daha da kötüleşmişti. Daha uzaktı, daha soğuk, daha yabancı, hatta bazenleri daha hırçın ve daha kırıcı. Kadının şefkat ve sevgi dolu dokunuşları hep karşılıksız kalıyordu, adamın dudakları kadınınkilere değdiğinde eskiden hep yaptığı gibi hafifçe gülümsemiyordu adam. Aslına bakılırsa hiç gülümsemiyordu adam, o itici, tiksintiyle ve yorgunlukla dolu zoraki gülümsemeler dışında. Birkaç kere yatağa sokmuştu adamı kadın, binbir türlü yalvarışlarla, adamsa yaptığı şey sanki mesai bitiminden önce bitirip ilgili mevkiye ulaştırılması gereken bir evrak işiymişçesine sessizce hareket etmiş, sonra bir şey demeden arkasını dönüp yatmıştı. Kadın yataktaki çarşaflardan, yastıklardan daha canlı hissetmiyordu kendini. Ölü dokunuşlarla dokunmuştu adam ona, bir görev yapar gibi, ne yaptığını bilmez bir şekilde. Kadınla adamın en mutlu günlerini, en uzun gecelerini geçirdiği bu oda şimdi bir morgdan farksızdı, sessizce yan yana yatan iki ölü bedenden başka bir şey yoktu içinde.
Kadın usulca kalktı, ses çıkarmamaya dikkat ederek yatak odasından çıktı, koridora doğru birkaç adım attı ve dizleri onu daha fazla taşıyamadı. Duvarın dibine çöktü, dizlerini karnına doğru çekti, başını kollarının arasına aldı ve sessizce ağlamaya başladı. Çocukları küçükken bu koridorlarda koşuşturuyorlardı, evlendikleri gün adam kadını kucağına alıp bu koridordan yürüyüp girmişti yatak odasına, yüzlerce mutlu hatırası vardı kadının buralarda yaşanmış, ama o anda hepsi silinmiş gitmişti sanki. Bir hapishanedeymiş gibi hissediyordu kendini. Duvarlar yavaşça birbirine yaklaşıyordu sanki, kadın arada ezilecekmiş gibiydi, nefesleri boğazında diziliyor, çaresizce ihtiyaç duyduğu havayı içine çekemiyordu. Çaresizdi. Durumunu niteleyecek en uygun sıfat buydu: çaresiz. Kocasını geri istiyordu, sımsıkı sarılıp saatlerce hareketsiz durdukları zamanları geri hissediyordu, kocasının ona gerçek bir aşkla baktığı, ellerini bedeninde tutkuyla gezdirdiği, dudaklarını dudaklarına çocuksu bir heyecanla bastırdığı günleri geri istiyordu ama bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Emindi artık. O’nun büyüsüne kapılmıştı bir kere adam. Çok geçti artık.
Dakikalarca oracıkta durup ağladıktan sonra yavaşça kalktı duvardan destek alarak, bacaklarında onu taşıyacak güç bulamıyordu hala. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, belki yarım saat, belki de sayısız saatler. Yatak odasına doğru yürüdü, gözyaşlarını sildi, süzülerek yorganların altına girdi. Birkaç dakika tamamen uyanık bir şekilde durdu yatakta, hareket etmeden. Neden sonra bir şey fark etti dehşet içinde. Nefesi kesildi. Geceleri arka planda duymaya alıştığı seslerden biri eksilmişti, etraf alıştığından daha sessizdi. Bunu düşünürken rüzgar esti ve ağaçların yapraklarını oynattı bir anda. Korkuyla arkasını döndü hızla yatakta, kocasının tanıdık bedenini izledi birkaç saniye. Hareketsizdi. Tamamen hareketsiz. Adamın yanaklarını okşadı, ellerini tuttu, alnına birbiri ardına öpücükler kondurdu, sımsıkı sarıldı ona, üşümüş bebeğini ısıtmaya çalışan bir anne içgüdüsüyle yaptı bütün bunları.
Çünkü buz gibiydi adam.
Bunun ne anlama geldiğini fark edince ta ruhunun derinliklerinde bir fırtına koptu. Gecenin sessizliğini bir çarşaf gibi yırtan bir çığlık attı. Kokuyu aldı. Yarı gül yarı krizantem. O gelmişti işte. Adam kendini teslim etmişti O’na. “Seni seviyorum sevgilim,” diye ağladı kadın, başını adamın artık inip kalkmayan göğsüne koymuştu. “Senin suçun değil. Biliyorum, ah sevgilim, O baştan çıkardı seni, ah o arsız Ölüm!”