Bazen hayatının bir roman olduğunu düşünüyordu. Ama şu romantik komedi tarzında elinize alır almaz bir çırpıda okuyup mutlu sonla bitenlerden değil. Okurken hem bitmesin dediğiniz hem de kitabı her bıraktığınızda yeniden okumak için elinize bir türlü alamadığınız, kahramanın hayaletinin sizinle yaşadığı ve kitap bittikten sonra bir süre yeni bir kitaba başlama cesaretinizin olmadığı türden bir roman. Benim hayatım diye düşünürdü.
Birilerinin onun romanını okuma seslerini duyuyordu. Yemin edebilirdi. Elbette kimin okuduğunu bilmiyordu. Ama bazen o, olaylar karşısında son derece soğukkanlı iken okuyucusunun sesinin heyecandan ve korkudan titrediğini duyar; nabzının hızlandığını hissederdi. Sanırım bir romanın kahramanı olmak başına ne gelirse gelsin yapacak bir şeyinin olmasını, güçlü olmayı başarabilmeyi gerektiriyordu. Sıradaki trajediyi göğsünü açıp bekleyebilmekti kahraman olmak. Mesele okuyucunun yaşanılanı hayal dahi etmek istememesi, insanların ben olsaydım deyip boğazının düğümlenmesiydi.
Her kahraman nerede ne yapması gerektiğini bilir. Yazılanı yaşamaya devam eder. Kader de böyle olmalıydı. Kahramanlar sonlarını bilmezlerdi. Bir son olduğunu bilirlerdi. Direnmek buradan doğmuş olabilir. Sonu bile bile yaşamak, her sabah plan yapmak, yıllar sonrasına hayaller kurmak gibi. Aklıma Nazım Hikmet’ in “bir direniştir yaşamak” dizeleri geldi. Herkes için tam anlamıyla geçerli değildi elbette. Bazılarımız için direnmek hiç durmadan direnmekti. Hayat gibi… Hayatın kendisi gibi…
Yine çok düşünmüştü. Son zamanlarda sürekli hayatını sorguluyor, yaşadıklarını düşünüyordu. Bu aralar okuyucusu çok sık heyecanlanır olmuştu. İşine ara vermişti. Başka sorumlulukları vardı. Çiçekleri suluyor, ev işlerini yapıyor bir de hasta babasına bakıyordu. En çok da babasının gözlerinin içine bakıyordu. İyi olsun diye… Gitmekten küçüklüğünden beri korktuğu hastane koridorlarını artık ezbere biliyordu. Yirmi bir günde bir diye hayatına giren bu zaman kavramı altında ezilmekle direnmek arasında bir yerdeydi. Yirmi bir günde bir kür kemoterapi. Babası iyi olacaktı biliyordu. Doktorlar istedikleri kadar “sonuçta 4. Evre bir hastalıkla uğraşıyoruz” desindi. Onun babası da askerdi. En iyi bildiği şeydi savaşmak ve savaşacaktı. Doktorların bilmediği buydu.
Herkes onun çok güçlü bir kız olduğunu söylüyordu. Yaptığını herkes yapamazmış. Küçüklüğünden beri zaten hep güçlüymüş. Ona hiç sormamışlardı güçlü olmak ister miydin diye. Eğer ona sorsalardı mutlu olmak isterim derdi. Ama hiç sormamışlardı ki. Yine mutfakta camdan dışarı bakarken çok düşündüğünü düşündü. Artık yemek yapmalıydı. Son kez göğe baktı ve romanının yazarına sonunda babasını ona bağışlaması için yalvardı… Yazarın ona nasıl bir son yazdığını bilmeden dilediği mutlu son için sessizce dua etti…
O bir roman doğandı.