Ankara’da güzel bir gece daha başlıyordu. Bir kadın eski kırmızı bir koltukta oturmuş, tahta pencereden sokağı izliyordu. Bir kedi vardı, o da yalnızdı anlaşılan. Ardında bıraktığı ayak izlerinde hüznü gördü kadın. Derin nefes aldı, toparlandı koltuğunda. Bir yerlerde bir çocuk ağlayarak uykudan uyandı.
Bir ninni vardı kadının içinde, daima çalan. Bir şeyler anımsadı kadın, boğazında acı bir hıçkırıkla. Gözlerini kapattı ve özgür bıraktı tüm gözyaşlarını. Sıkılmıştı kadın artık aynı sahneleri tekrar tekrar yaşamaktan. O lanet gecenin üzerinden çok fazla zaman geçmişti. Ama takvimlerden haberi yoktu kadının. Zaman onu o gecede bırakıp uzaklaşmıştı ondan.
Beyaz bir ışık sardı her tarafı. Güzel bir akşamdı. Kalabalık bir aile, geniş bir salon, huzurun sıcaklığı… Küçük bir kız, dedesinin dizinde oturmuş gülüyordu. Ani bir tedirginlik yaşandı salonda. Dede aldı torununu, yavaşça sobanın yanına oturttu, öptü yanağından. Salon nasıl da sessizleşmişti böyle? Biri ışıkları kapattı. Herkes bir şeyleri bekler gibiydi. Ama kötü bir şeyler. Korkunun kokusunu alabiliyordu. Eller kucaklarda kavuşturulmuş, etrafı huzursuz kıpırdanmalar sarmıştı. Pencerede bir aydınlık gördü. Annesi geldi küçük kızın yanına. “Geçecek.” dedi. Sesler duyulmaya başladı. Çok yüksek, korkunç sesler. Gözlerini kapattı küçük kız. Kapılar kırılırcasına çalınıyordu ve anlamadığı bir dilde yabancı bir ses, kötü bir şeyler söylüyordu. Anlamasına gerek yoktu; kötüydü işte. Annesini korkutmuştu o lanet, yabancı ses. Ağlayan bir kadın duydu kapının artık kırıldığını düşündüğü anda. Ve bir adam hızlı hızlı dua ediyordu. Yanağını ısırdı. İçinden, annesinden dinlediği bir ninniyi söylemeye başladı:
“Kırmızı pabuçları duruyor başucunda
Başı düşmüş yastıktan uyuyor mışıl mışıl
E bebeğim e”
Sabah olmuştu çoktan. Derin nefes aldı kadın. Bir yerde bir çocuk, bir daha konuşmamak üzere sustu. Kadın da o lanet gecede susmuştu. Bir daha kimseyle konuşmamıştı. Sokakta bir kız çocuğu gördü, lüle lüle sarı saçları olan. Ona “merhaba” diyebilir miydi? Kalbi hızla atmaya başladı. Kız uzaklaşıyordu. Pencerenin pervazını tuttu sıkıca, gitmemeliydi. Ona “merhaba” diyebilmeliydi. Yapamadı. Tekrar nefret etti bırakıp gidenlerden ve bütün merhabalardan.
Biri yüzüne dokundu. Yabancı bir el çenesini sıkmaya başladı. Ama açmadı küçük kız sıkı sıkı kapadığı gözlerini. Anlamadığı dilde kötü bir şeyler daha duydu, yabancı sesin sahibinden. İçindeki ninninin sesini yükseltti ama dindirememişti yanında patlayan silahın sesini.
“Minicik yastığını paylaşmış bebeğiyle
Alacaklarmış gibi sarılmış elleriyle
E bebeğim e”
Derin nefes aldı, kalktı koltuktan kadın. Biraz su içti. Ne kadar kalmıştı acaba geçmesine? Saate baktı. Balkona çıktı. Biraz sonra biri göründü sokağın başında, siyah ceketli. Yüzü alev almış gibi yanmaya başladı kadının, içi her sabah olduğu gibi yine kıpır kıpır. Acaba yine gülümser miydi ona, her sabah yaptığı gibi? Çok zaman olmuş olmalıydı; bu siyah ceketli, güzel gülümseyen adamı sabahları yolcu etmeye başlayalı. Adam onu yine farketmiş ve bu sabaha da sıcacık bir gülümseme bahşetmişti. Kadın da farketmeden gülümsemişti adama. Adam durmadı ama. Bugün de devam etti yoluna. Hem neden duracaktı ki zaten? Nereden bilebilirdi ki kadının onu görünce titremeye başladığını, yalnız kendisine gülümseyebildiğini? Tüm bunları bilse bile bu kadınla kalması hangi akla sığardı? Sesi olmayan bir kadını, geçmişini o lanet gecede kaybetmiş bir kadını, kulaklarında annesinden kalan ninninin kırıntılarına tutunmaya çalışan, aslında hiç büyümemiş bir kız çocuğunu kim beklerdi ki! Gitmeliydi tabi.
Hareket edemiyordu küçük kız. Kalkıp kaçmayı düşündü. Yanağını ısırmayı bırakmalı ve bağırmalıydı. Kan tadı ağzında yayıldıkça, o sıktı dişlerinin arasında yanağını. Belki nefes bile almıyordu. Ninniyi söylemeye devem etti:
“Minik minik kolları düşmüş iki yanına
Dalmış pembe düşlere, dünyalardan habersiz
E bebeğim e”
Hızla kapanan kapıları duyuyordu ve alay ettiğini düşündüğü o yabancı, lanet sesi. Zamanla sesler azalıyordu. Korkuyordu. Yanağı parçalanmıştı. Ama kan tadına ve acıya alışmış olmalıydı. O yabancı sesin tekrar kötü bir şeyler söylediğini duydu ve sonra tüm sesler kesildi. Artık ne ağlayan kadını duyabiliyordu ne de dua eden o adamı. Gözlerini araladı. Herkes uyuyakalmıştı bir yerlerde. Ama her yer neden bu kadar çok kırmızıydı?
Ankara nisanın sonuna gelmişti, ve bir gece daha sona ermişti. Ne boğazındaki acı yumru aşağı inmiş ne de gözlerini kapama cesaretini bulabilmişti kadın. Her şey yine aynıydı. Saçını okşayan o pamuk eller yoktu. Kimse ona ninni söylemiyordu artık. Nefes almak, gözlerini kapamak zordu hala. Derin nefes aldı, içeri girdi.
O geceden sağ kurtulan sadece bu küçük kız olmuştu. Ama yıllar boyunca lanet etti içinden, kendisi de ölmediği için. Kafasını yastığa her koyduğunda hatırladığı o sesler yüzünden yastıklardan nefret etti. Uyumadı hiçbir gece, yorgan altlarında gözyaşlarını kimse görmesin diye uğraştı sadece. Uzun yıllar teyzesinin yanında kaldı. Hiç kimseyle konuşmadı, kimsenin yanında ağlamadı, kimseye gülmedi. Teyzesi çok uğraştı, bu sorunlu kız çocuğunu iyileştirebilmek için. Yüksek sesle yapması gerekenleri anlattı durdu ona, kulağını çekti, tokat bile attı defalarca. Hep sevdiği içindi! Ama o da çok istemişti teyzesi bir kez olsun kucağına alsın kendisini, annesi gibi bir ninni söylesin ona. Güvenmeyi öğretsin… Olmadı, teyzesi iyileştiremedi küçük kızı. Ve bu koca evde yalnız bırakıp gitti onu. Büyüdüğüne inanmış olmalıydı küçük kızın. Ankara’da soğuk bir mayıs sabahıydı.
Derin nefes aldı, doğruldu. Gözleri dalmıştı. Uzaklarda bir kız, hikayesini sokaktaki bir mazgala düşürdü.
Annesi neden böyle bakıyordu? Eşarbı da açılmıştı. Bacakları neden kanamıştı? Yüzü neden böyle solgundu? Yavaşça annesinin yanına gitti. Islaktı yüzü, yoksa ağlamış mıydı? Nefesi boğazında tıkanmış kalmıştı. İçinde bir yerler acımaya başladı. Gözleri yanmaya başladı. Okşadı annesinin o güzel saçlarını, örtüsünü düzeltti. Sarıldı. Neden böyle soğuktu? Annesi ona sarılmadı. Öptü annesinin soğuk alnından. Hep ona söylediği ninniyi şimdi o, annesine söylemeye başladı. Uyumalılardı. Uyandıklarında babası da yanlarına gelmiş ve her şey düzelmiş olacaktı. Isınsın diye daha sıkı sarıldı annesine.
“Günlerin getirdiği mutluluk olsun sana
Sevdiğin ve sevildiğin bir hayatı sür bebeğim
Günün günden güzel olsun
E bebeğim e”
Bir gece daha bitmek üzereydi. Derin nefes aldı, kalktı koltuktan. Yüzünü yıkadı. Aynanın karşısına geçti. Uzun uzun baktı aynada kendisine. Değişmesi gereken şeyler vardı. Akıp giden bir zaman, tutunması gereken bir hayat vardı. Daha ne kadar o geceyi yaşayabilirdi ki. Her zaman kafasının üstünde sıkı sıkı topladığı saçlarını akıttı omuzlarına. Taradı hafif hafif. Aklında hala o ninni, annesini düşündü. Önüne oturtur, şarkılarla tarardı saçlarını. Tüm kalabalığı nasıl da unuttururdu o güzel sesi. Fark ettirmeden yüzüne bir gülümseme konmuştu. Kalktı, dolabını açtı. En güzel mavi elbisesini giyindi. Annesini anlatan huzurun mavisiydi. Uzun siyah bir kolyeyle tamamladı kıyafetini. Toparlandı, kapıyı açtı, derin nefes aldı ve çıktı dışarı. Teker teker inerken merdivenleri gülümseme iyice yayıldı yüzüne.
Güzel bir mayıs sabahının kollarına bıraktı kendini. Bugün bütün sıfatlar `güzel`di. Yavaş yavaş yürüdü, elleri ceplerinde. Mayısı çekti içine. Kafasını kaldırıp hep sokağı seyrettiği penceresine baktı. Karanlık… Pencerede gördüğü tek şey karanlıktı. Derin nefes aldı, devam etti yoluna. Köşeyi döndü ve göz göze geldi o adamla. Nasıl da unutabilmişti bu güzel gülümseyen adamı bu sabah yolcu etmeyi? Bir an olduğu yerde durdu, gülümsemesi dondu. Adam da onu görmüştü ve yanına geliyordu. Ne yapması gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu kadının. Kalbi hızlı hızlı atmaya, yüzü kızarmaya başladı. Adam ise adımlarını hızlandırmıştı adeta. Geldi ve kadının önünde durdu. Artık kadının ezberlediği o güzel gülümsemesiyle;
– Günaydın küçük hanım. Sizi böyle, burada görmek ne güzel, dedi. Kadın derin nefes aldı, kalbinin atışını ve yüzüne yayılan gülümsemeyi bastıramadı. Yutkundu;
– Günaydın bayım.
Dünyanın uzak bir köşesinde bir kız çocuğu, mutlu bir kıkırdamayla annesine sarıldı.
kübra atalay