Antik Yunan’daki mermer sütunların mükemmelliğindeydi uzun, beyaz bacakları. Belki de bu yüzden Yunan Tanrıçaları kadar asildi güzelliği. Cevherinde saf ve som bir kusursuzluk vardı. Geçmişten, her şeyin mümkün olduğu ve güzelliğin sadece Tanrıçalara mal olduğu büyülü bir zamandan gelmiş gibi isli ve puslu bakıyordu gözleri. Bu Dünya’ya, bu zamana, bu mekâna, bu ana ve bu insanlara ait olamayacak kadar ulaşılmazdı bedeni. Sanki yaşadığı yer semada sırça bir saraydı da bu ucuz, pis bara yolunu şaşırıp gelmiş, gelmişken de bir kadeh şarap söylemiş, biz ölümlülerin arasında birkaç saat geçirmeye lütfetmişti.
Bardaki bütün erkeklerin; tüm yalnızların, umutsuzların ve kadınsızların aç bakışları üzerindeydi. O ise gökyüzünden yeryüzüne yaşlı ve çirkin bir büyücünün nefret ve lanetiyle savrulmuş yalnız bir Tanrıçanın efsunlu iksiriymiş gibi savuruyordu uzun, ince, siyah sigarasının gümüşi dumanını. Farkındaydı çevresini kuşatan saf açlığın, güzelliğinin farkında olduğu kadar ama ‘Sizi aciz böcekler!’ diyen bir çığlık, sadece uzun süre bakmakla bile bir insanın kulak zarını yırtacak kadar güçlü bir çığlık gibiydi tavırları. Hiç kimse cesaret edemiyordu yanına yaklaşmaya; onunla konuşmaksa herkes için ütopik, Kaf dağının ardındaki Anka kuşunun muhteşem tüylerinin şeffaflığında saydam ve akışkan bir sanrıydı yalnızca.
Karar verdim, benim olmalıydı.
Eski, lekeli, ahşap bar taburesinden kalkıp yanına yaklaşırken ağır ağır, attığım her adımda üzerime çoğunlukla kıskançlık ve merak; biraz da hayranlık ve acımayla yapışan gözler çoğalarak büyüdü. Ne zamandır ruhuma çöken vıcık vıcık çamur dehlizinden yayılan derin yalnızlık kokusu kadar gerçekçiydi her şey ya da bir bilim kurgu filminin yapaylığından ve inanılmazlığından ibaretti tüm sahnenin ağır çekim kusursuzluğu.
Yaklaştıkça katre katre kayboldu; önce sesler, sonra yüzler, sonra mekân, en sonunda da an. Çevresindeki boz bulanık karaltılardan ibaret oldu bütün dünya ve geriye sadece iki şey kaldı; karanlık bir semada ışıl ışıl yanan iki yıldız kümesi; aşağılayan, varlığımı yerden yere vuran umursamaz gözleri.
Karşısında dikildim, gözlerinin parlaklığından kamaşıp göz bebeklerine yapıştı aciz gözlerim. Bakışları, dudaklarının kıvrımı, baş döndüren uçucu rayihası; belki de bunların hiçbiri değil, sadece varlığı alıp içinde eritti ve yerlere savurup yok etti benliğimi. Bir anlığına, gözlerini benden alıp nereye götüreceğini bilemeden huzursuzluk ve tedirginlikle şarap kadehinin içine koyduğunda, sihirli bir değnek değmişçesine isyan etti ruhum ve ondan sonra artık ben de acımasız bir Tanrı oldum.
Elindeki şarap kadehini çekerek aldım, barın köşesine tüm gücümle çarptım, cam parçaları zayıf ışıltılarla döne döne yağarken üzerimize korkusuzca, meydan okurcasına gözlerinin içine baktım. Kadehin elimde kalan bıçaktan ince, kılıçtan keskin uçlarına dişlerimi sıkarak bir göz attım ve tüm cesaretimi toplayıp var gücümle mermer bacağına sapladım.
Havada asılı kalıp öylesine duran zaman parçasını aniden yırttı boğazından kopup üzerime saçılan çığlığı; tam o sırada akrep ve yelkovan yeniden boş bir dairenin içinde boşa geçen zamanı telafi etmek istercesine delicesine bir hızla dönmeye başladı. Gerçekliği gölgeleyen buğulu sis bir hışım dağıldı ve boş masaların aç sahipleri aniden etrafımıza yığıldı. Histerik bakışları, hayvani bağırışları, takdir ve arzu dolu haykırışları, sonu belirsiz bir maç izliyormuşçasına yapay ve ucuz tezahüratları doldurdu barın esrar dumanıyla ağırlaşmış kesif kokulu ortamını.
Bacağından ağır ağır, kızıl bir yol çizerek süzülüp yere damlayan kanın kokusuyla döndü başım, sendeleyip sürünerek paramparça oldu mantığım. Tüm sesler kanlı bir bıçakla kesildi, kirli, ahşap zemine damlayan kor kırmızı kanın sesi kavurup yaktı beynimi.
‘Pıt pıt pıt…’
O sırada narin, uzun, simsiyah tırnaklı eliyle attığı güçlü bir yumrukla savrulup zamanın birkaç adım ötesine geriledim ama yere düşmeden önce kuzguni saçlarından tutup onu da üstüme çekmeyi akıl ettim. Üzerimdeki ağırlığının tüm ruhumu ele geçirip kendine esir ettiğini hissettim ve semadan kucağıma düşmüş bu şahane Tanrıça için bu pis mekânda var olmayan tüm Tanrılara gözyaşlarıyla şükrettim.
Ve bilerek, isteyerek nefsime yenildim.
Gücümü ve beynimi yelkovanın tek adımında bir araya getirip onu altıma aldım, eteğini sıyırıp bedenin en kuytu derinliklerine hoyratça daldım ve kan ter içinde aniden boşaldım. Tavandan akseden kendi çığlığımda, yerden akseden kendi hayvanlığımda ve gözlerinden akseden saf, katıksız korkuda kendime yabancılaştım.
Titreyerek ayağa kalktım ve müthiş eserime dehşetle baktım.
Uzun, pırıltılarla bezenmiş zifiri saçları pis zemine dağılmış, kolları iki yanına güçsüzce yayılmış, bacakları teslim olmuşçasına açılmış ve gözleri kapanmış. Kendinden geçmiş, bayılmış. Pişmanlığın içimi kavuran yangınını söndürmek istercesine bara uzandım, dolu bir bira bardağını bir dikişte boşalttım ve eğilip şefkatle Tanrıçamı kucağıma aldım. Herkesi, her şeyi, tüm barı kaplayan dehşet verici ölüm sessizliğini, en çok da kendimi geride bırakıp, ama onun ulaşılmaz vücudunu yanıma alıp bardan çıktım.
Sokakları intikam almak istercesine nefretle döven yağmurun altında ikiyüzlü, iğrenç bir yaratık gibi günahlarımdan arınmak için sefilce dua ederken her adımda ağırlaşan bedeninin artık nefese ihtiyacı olmadığını anladım. Acınası arzdan yüce semaya kanat takarak uçmuştu narin ruhu. Bu kadar nefret, gerçek ve şiddet ona çoktu. Zaten o bu dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir doğaüstü bir varlıktı ve böyle bir ölümle Dünyayı terk etmesi ona çok yakışmıştı.
Onu yavaşça kaldırımın kenarına, içi kurumuş cılız bir ağacın altına, karanlığa bıraktım ve kendi ruhumda, kendi çamurumda boğulup yok olmak; sonrasındaysa sırça köşkünde Tanrıça’ma tekrar rastlamak üzere kendi iç hesaplaşmama doğru sokak lambalarının altında bir gölge gibi ağır aksak yola çıktım.
KaraŞapka
Kaynak: http://karasapka.wordpress.com/