İlkbaharın yerleşmeye çalıştığı günler. Gökyüzü güneşten çok kara kara bulutalar ev sahipliği yapıyor. Güneş de bu durumu görünce küsüp gidiyor.
Günün hangi saatinde olduğumun ayırdına varmak için perdemi çekiyorum. Pek de bir fark göremiyorum. Yine kara bulutlar çöreklenmiş kafamın üstüne. Bulutların ağlayıp ağlamadığından emin olmak için kapımı açıp balkona çıkıyorum.
İnsanların gözyaşlarının birazcık tuzlu olduğunu söylerler. Artık insanların içindeki hangi kötü maddelere tuza sebebiyet verir ya da tuz miktarı ne kadardır gibi sorulara cevap verebilme fırsatına henüz nail olamadım. İnsanın ağlarken gözyaşlarının tadına bakmak aklına gelmiyor.
İnsanın türlü türlü derdi olur, ağlar da o pofuduk bulutların ne derdi oluyor da ağlıyorlar acaba? Sanırım yukarıda da işler pek iyi gitmiyor. Aşağıda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeği orada da geçerli gibi görünüyor. Ah, doğru ya, hayat işte her yerde aynı.
Tabiat ananın bulutlar aracılığıyla teşrif eden hayatî sıvısıyla aram kendimi bildim bileli hiç iyi olmadı. Hafızam “yağmur” kelimesini duyduğunda önüme asla güzel çağrışımlar sunmaz. Hayatım boyunca bulutlarımdan o kadar çok yağmur yağdı ki o yüzden “ağlama” eylemini bazı insanların aksine hiçbir zaman kabullenmek istemedim.
Yağmur öncesi var bir de. Bulutların toplanmaya ve siyahlaşmaya başladığı vakit. İnsan doğanın yansımasıdır, derler. Ne kadar doğru bir söz. Önce bir şeyler birikir içinde zamanla, sonra rengi koyulaşır. Ve yağmur sahnede.
O gün 17 yıllık anılarımı terk etme zamanım geldiğinde perde yine yağmur için açılmıştı. Hayatımın görünmezlerini toplamak görünürlerini toparlamaktan daha zor olmuştu. Yapamadım. Onlarla birlikte göçmen kuşlar misali uçamadım Akdeniz’e. Geçmişimi bozkırın ellerine bıraktım. Ondan bu eksik yaşayış.
Seni de hatıralarımla orada bıraktım. Akşam 9’da bindiğim otobüs az önce eskiyen evimin önünden geçerken kulağımda “Beni sevmezsen, yağmurları sev. Bulutlar ağlasın, sen gül güneş doğsun yeniden.” cümleleri beni bilinmezlere götürüyordu.