Hüseyin, Tarlabaşı’nda tabuttan hallice, ufacık, kirli ve rezil bir pansiyon odasında, elinde tuttuğu allahlık altıpatların horozunu çekti, hafifçe irkilmişti, silahın namlusunu şakağına dayadı. Oda yerden tavana kadar yüksekti ama ensizdi, kuzeyden güneye on adım, doğudan batıya beş adım, devasa bir kuş kafesi gibiydi. Tavandan sarkan ahizesiz, tasarruflu ampülün aydınlatıcı beyaz ışığı yerine başka türden bir ampül kullanılsaydı bu intihar girişimi çoktan gerçekleşirdi. Odanın içindeyse eşya namına iki adi plastik sandalye, bir tane süngeri artık işlevini yitirmiş, boyası dökülmüş çelik karyolalı yatak, bir adet televizyon sehpası niyetine kullanılan tahta komodin, komodinin üzerinde üç- dört kanalı ancak çeken bir televizyon, banyo kapısının karşısında duran eski bir vestiyer, elbise dolabı karışımı dolap, bir çelik yemek masası ve masanın hemen karşısına asılmış adi plastik çerçeveli bir tarafı kırık bir ayna var. Ayna, pansiyonun diğer odalarında yok, Hüseyin’den önce kalanlardan birinin Hüseyin’e bıraktığı bir armağan yani Hüseyin için bir şans.
Hüseyin aynanın tam karşısında oturmuş durumdaydı şimdi, şakağında içi dolu ikinci el adi bir silah vardı ve mütemadiyen elleri titriyordu. Görüntüsüne son bir kez baktı, gözlerindeki duyguyu tanımaya çalıştı; korku mu endişe mi yoksa adını bilemediği bir başka duygu mu? Adını koyamadı. Günlerini düşündü, birbirinin kopyası günlerini, geçip giden zamanı düşündü – ne duruyorsun? Çeksene artık tetiği! Yapamadı. “Biraz daha zaman. Bir sigara…” sigara paketi orada duruyordu, içinde altı tane sigara kalmıştı. “En azından şu paketi bitireyim.” Masanın üzerine, odanın her tarafına saçılmış kağıtlara baktı. Bir türlü tamamlayamadığı öyküler, bir türlü yayımlatamadığı öyküler… Her taraf öykülerle doluydu. Bir uzun gece başlıyordu, gün henüz dönmüştü. Günlerden neydi? -Boşversene çek hadi şu tetiği! “Sigaram, önce sigaramı bitireyim.” -Yine vazgeçeceksin. Vazgeçmek niyetinde değildi. Cebinde haftalığı vardı, paketinde elinde yanan sigarayla birlikte altı tane sigarası kalmıştı, sadece bunları da bitirmek istiyordu. Her tarafa dağılmış kağıtlara tekrar baktı. Bir intihar mektubu yazmalı mıydı? Kimi suçlayacaktı, on bir yaşından beridir vasıfsız işçi sıfatıyla çalışmasını mı? Rest çekip, geride bırakıp İstanbul’a geldiği ailesini mi? Yahut “Ölümümden kimse mesul değildir” mi yazacaktı veya “Öldür Allah sevmelere gidek” mi? Nerede okumuştu bu sözü? Belki de kitapları suçlamalıydı. Ona bu yazma ve yaşama hevesini veren kitapları… Sigarasına doymak istiyordu, daha ortaokulda ilk başladığı günlerdeki gibi asılıyordu sigaraya, dumanı ciğerine değil de midesine gönderiyordu. Peki ya çalıştığı yer, patron, cep harçlığını çıkarmak için kendisiyle beraber çalışan öğrenciler ya müşteriler, o kıvırcık saçlı kız mesela. Nasıl da ağlıyordu onu ilk gördüğünde. Cam kenarındaki masada oturmuş, iç çeke çeke ağlıyordu. Peçetesi, Hüseyin’in sümkürdüğü peçeteler gibi dağılıp gitmiyordu, dörde katlıydı, gözyaşına ve sümüğe bulanmıştı ama şekli dağılmıyordu. Bu nasıl mümkün olabiliyordu ki? Aynı peçete Hüseyin’in ellerinde bir sümkürmede kullanılmayacak hale gelirken o kıvırcık saçlı kızın ellerinde formunu koruyabiliyordu. O akşam “Peçete” adında bir şiir yazmaya çalışmıştı, olmadı, kağıdı yırttı attı, sonra kızın titreyen dudaklarını düşündü, sonra dolgun memelerini ve kız hesabı öderken baktığı dar pantolon içerisindeki kalçasını. O akşam her zaman yaptığı işi yaptı, süngerinin içi geçmiş yatağına uzanıp kendini tatmin etti. Yine her zamanki pişmanlık duygusuyla baş başa kaldı. Garip duyguydu şu mastürbasyon sonrası gelen pişmanlık. Oysa kimseye ama hiç kimseye zararı yoktu ki, tanrıya bile inanmıyordu ki hesabını veremeyeceği bir iş yapmış olsun. Sadece kendi kendine bir ihtiyacını gideriyordu ama her zaman, o eylemden hemen sonra o pişmanlık hissini yaşıyordu. Belki de o pişmanlık hissini suçlamalıydı intiharına sebep olarak. Sigarası bitti, yere atıp ayağındaki sarı, plastik tuvalet terliğinin ucuyla iyice basarak izmariti ezdi. Normalde sigarasını hep demir küllüğe söndürürdü, bu defa neden böyle yaptığını anlayamadı.
Silahı orada bırakıp ayağa kalktı, rengi solmuş kot pantolonunu giydi, sonra da işyerinde giydiği siyah beyaz çizgili gömleği. Cüzdanı pantolonun arka cebindeydi. Karnı acıkmıştı, canı bir şeyler içmek istiyordu. Dışarıda akıp giden hayatın nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordu, belki de intihardan vazgeçmek istiyordu. Kapıya yöneldi, kapının hemen yanında duran vestiyerden paltosunu ve ayakkabısını aldı, paltosunu sırtına, ayakkabısını ayağına geçirdi. Kapıyı kilitleyip aşağıya inen merdivenlere yöneldi. Aşağıda resepsiyonda hep beraber televizyon izleyen pansiyon müşterilerine ve pansiyonu işleten adama selam verip, kendini nemli Tarlabaşı sokaklarına attı.
Hüseyin’e Tarlabaşı sokakları hep dumanlıymış gibi gelirdi. Yerden yukarıya doğru yükselen dumanlarla kaplanmış gibiydi burası, geceleri bir korku filmi sahnesi gibiydi. Burada geçen dizilerde ve filmlerde de hep böyle resmedilirdi. Yukarı doğru yavaş yavaş tırmanmaya başladı, korku filmi sahnelerinden, romantik komedi filmi sahnelerine doğru yol almaya başladı. On dakikalık bir yürüyüşten sonra Balo caddesindeydi. Ehli Tat Lokantası’na girdi, senelerdir yemek yediği bu lokantada, her zaman parasından kısarak, canının istediğini değil de hep parasının yettiğini yediğini düşündü. Bu defa canının istediğini yiyecekti, tepsisini aldı, önünde sıralanan yemeklere bakıp ızgara köfte, pilav ve yoğurtlu kızartma sipariş etti. Kasaya doğru ilerlerken tatlıların olduğu bölümden kendine bir de kabak tatlısı aldı. Hesabı ödedikten sonra geniş dükkanın içinde tepsisiyle ayakta dikilip, gözleriyle oturabileceği bir yer taradı. Dükkan alabildiğine kalabalıktı. Kendisi gibi yalnız olan birinin karşısına oturdu, adama afiyet olsun deyip yemeğine başladı. Bunca zamandır ızgara köfte yemediğine pişman olmadı, içi tam pişmemişti, etler kayış gibiydi. Yemeğini ve tatlısını yedikten sonra beklemeden kalktı.
İstiklal Caddesi her haftasonu olduğu gibi kalabalıktı, bütün hafta çalışan insanlar iplerini koparmışçasına Cuma günleri buraya doluşurdu. Hüseyin, kalabalığa bakıp derin bir nefes aldı ve kalabalığın içine daldı. Bir süre ne yapacağını bilemeyerek etrafına bakındı, yüzlerce, binlerce hatta belki milyonlarca insanın suratlarına baktı. Bir umut o kıvırcık saçlı kızı görmeyi düşündü. Kız, Hüseyin’in çalıştığı kafeye ilk gelişinden sonra da sık sık gelmişti, sonrasında hiç ağlamamıştı, peçeteleri hiç ıslatmamıştı. Hüseyin’e karşı hep kibardı ama hiç muhabbet etmemişlerdi, daha çok Hüseyin’in patronuyla konuşuyordu galiba oraya da patron için geliyordu. Hüseyin’in patronu henüz otuzlu yaşlarında, uzun boylu pos bıyıklı bir adamdı. Gelen müşterilerin çoğu onu tanırdı, bir tane edebiyat dergisi editörü de vardı bu sürekli müşteriler arasında, Hüseyin, bir cesaret bir öyküsünü paylaştığında o adam yukarıdan bakan bir edayla öyküyü sert bir dille eleştirmiş, hatta yetmezmiş gibi Hüseyin’e bu işlerle pek ilgilenmemesi gerektiğini söylemişti. Hüseyin, uzun süre o adama öfke duymuş ve ondan nefret etmişti ama şimdi adamın haklı olduğunu düşünüyordu. – Yanlış bir uğraş benimkisi. “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” sözü aklına geldi. Bir süre bunu nerede okuduğunu düşündü. – Ne önemi var? Adam haklı işte yanlış hayat doğru yaşanmaz, madem doğru yaşamayacaksın o silahı şakağından çekmeye hakkın yok! Hüseyin, içindeki o susmak bilmeyen, intihar etmesi gerekliliğini sürekli haykıran öfkeli sesi duymamaya çalışarak, Tünel meydanına doğru yol aldı. Beşir Fuad’ı, Kemal Taştekin’i ve Sergey Yesenin’i düşündü, hiçbirisiyle arasında bir benzerlik kuramadı. Kendi kendine, ağır adımlarla arkasından aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışan insanların yürümelerine engel olurken, kimsenin asla duyamayacağı bir fısıltıyla “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.” diye mırıldandı. Yapı Kredi Yayınları’nın yanından geçerken yüzüne bakan “haftanın yazarı: Vüs’at O. Bener” posterine baktı. “Bu adamı tanıyorum.” diye düşündü, mor renkli suratında dostça bir ifade gördü zaten kitabının adı da Dost’tu. Bir süre durup postere baktı, sonra omuzlarını silkip yoluna devam etti. Biraz sonra Tünel Meydanı’nın yakınlarında bir yerde sokak müzisyenlerini gördü, santur çalan kıvırcık saçlı adamı bir belgeselde izlediğini anımsadı. Tanıdık yüzler görmek biraz olsun neşesini yerine getirmişti. Santurun o büyülü tınılarını içine çekti, santurla ilk defa hangi romanda karşılaştığını hatırladı, Aleksi Zorba’nın çaldığı bu büyülü enstrümanın nasıl bir şey olduğunu o kitabı okuduğu dönemde hep merak etmişti, ilk defa İstanbul’da yine İstiklal Caddesi’nde İran’dan gelen top sakallı bir adamın çaldığını duyunca bir buçuk saat boyunca ayakta dikilip dinlemiş ve o gün işe geç kalmıştı. Hatıralar, ölmeye yakın bir insanın gözlerinin önüne gelmekte ve onu yaşama bağlamaya çalışmakta pek ustadırlar. Sonra işe geç kaldığı için sinirlenen patronunu düşündü, o kibar adamı, müşterileriyle her daim arkadaşça ifadelerle konuşan o adamın geç kalan çalışanına karşı takındığı tavrı hatırladı. “Galiba onlarınki doğru yaşanan doğru bir hayat, ben asla bunu yapmazdım.” diye düşündü. Hatıralardan uyandığında santur susmuştu. Bir süre durup etrafına bakındı, bir aralık sanki o kıvırcık saçlı kızı patronunu öperken gördüğünü sandı. Bunun gerçek mi hayal mi olduğunu anlamadı. Aynı yöne tekrar baktığında gerçek olduğunu gördü, kıvırcık saçlı kız ve bıyıklı patron kolkola, birbirleriyle oynaşarak ve neşe içinde, yeni sevgili olmuşlara özgü bir neşe içerisinde Taksim Meydanı’na doğru gidiyorlardı. Hüseyin de tıpkı bir sansar gibi peşlerine takıldı. Bir süre takip ettikten sonra hızlarına yetişemedi ve onları kalabalığın içinde kaybetti, milyonlarca kıvırcık saçlı kızın ve milyonlarca bıyıklı patronun arasında kaybolup gittiler, Hüseyin, hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu seçemedi. Bir süre daha ne yapacağını bilemeden dolaştı, San Antoine kilisesine girmek istedi, İsa’ya yalvarmak istedi, girişler kapalıydı. Neden sonra, her daim içerdekilerin çok eğlendiklerini düşündüğü bir bara girdi. Oturacak yer yoktu, yanına yaklaşan komiye yer sordu, komi kaç kişi olduklarını sordu, Hüseyin, bir arkadaşım gelecek diye yalan söyledi. Bir süre daha ayakta bekledikten sonra komi gelip ona barın en az ışık alan noktasında bir masayı gösterdi. Hüseyin, itirazsız masaya oturdu ve bir kadeh kırmızı şarap istedi.
Hüseyin şarapla başladığı gecesine cin tonikle devam ederken -hep tadını merak etmişti- burada hep eğlendiğini düşündüğü insanların aslında hiç eğlenmediğini fark etti. Hepsi kendisini eğlenmek için zorlayan lakin yüzlerindeki acı ifadesini bir türlü silemeyen insanlardı, belleri ve el bilekleri kıvrılırken gözlerinde yaş biriken insanlar, hayatlarının muhasebesini oryantal müzik eşliğinde yapan insanlar… Bir yandan da sürekli suratlar gözünün önünden geçip duruyordu; tanıdığı suratlar, patronu, kıvırcık saçlı kız, annesi ve babası, kardeşleri ve yeğenleri, arkadaşları, pansiyonda birlikte yaşadığı insanlar, pansiyonun resepsiyonuna bakan adam, köşedeki tekel bayii, iş arkadaşları, eski öğretmenleri, herkes. Hayal kuruyordu, öldükten sonra ne olacağını düşlüyordu. Hayır, öldükten sonra kendisi için ne olacağını değil biraz önce yüzlerini hatırlamak için kendini zorladığı insanlara ne olacağını düşlüyordu. Nasıl tepki vereceklerini. – Annem mutlaka ağlar, galiba başka da ağlayan olmaz. Sonra birden bütün bunları düşlerken, kötü müzik kulağını doldurmuşken, cin toniği asla sevmeyeceğini anlayıp bira istediğinde, anlamadığı bir şekilde, daha önce başına hiç gelmeyen bir şekilde, tıpkı bir şimşek çakar gibi birkaç hoş dize beynine geldi. Aklından geçen bütün şeyleri, intiharı ve geride kalanları, bir türlü eğlenemeyen insanları ve galiba aşk duyduğu kadının patronunun kollarında olmasını aklından uzaklaştırarak yeni dizeleri aklına davet etti. Bedenini kaplayan heyecan ne kadar tatlı gelmişti. Hemen ceketinin cebindeki adi sarı plastikten mürekkep adi garson kalemini çıkardı ve komiden biraz peçete istedi. Bir heyecanla aklına gelen dizeleri eline döktü, elinden de kalem vasıtasıyla peçetelere. Üç peçete uzunluğunda şiirini tamamladı. -Yoksa intihar etmekten vaz mı geçtin ahmak herif! – Hayır! Bilmiyorum, belki.
Biradan sonra neler içtiğini hatırlayamıyordu, bir şiir yazmış olmanın zaferiyle sünger gibi çekmişti içkileri. Yaşama sevinci dolmamıştı ama en azından sarhoştu, hayal edemeyeceği kadar sarhoştu. Az sonra komiye eliyle hesap işareti yaptı. Kominin getirdiği hesap kağıdına baktı, ödeyemeyeceği miktarda bir hesap gelmişti. Uzun zamandır kavga da etmediğini hatırlayarak hesaba itiraz etti. Kasadaki adamla bir süre bağrışarak tartıştılar, cebinde olan tüm parayı çıkarıp kasaya fırlattı. Kasadaki adam bu harekete iyiden iyiye sinirlenip Hüseyin’in yakasına yapıştı. Hüseyin, karşılık vermedi, hemen elini ceketinin cebine atıp üç adet peçeteye yazdığı hayatının şiirini sıkıca kavradı ve adama okkalı bir küfür etti. Küfürle birlikte burnuna bir kafanın inmesi bir oldu, Hüseyin ellerini kullanamamanın da dezavantıjıyla kendini yerde buldu. Galiba burnu kırlımıştı, akan kanı durduramıyordu, çevredeki insanların, hem endişeli bir ifadeyle hem de “Kim ulan bu Cuma gecemizi mahveden hıyar.” diye bağıran ifadelerini bulanık birer silüet olarak gördü. Midesinin bulandığını hissediyordu, bir türlü yerden doğrulamıyordu, birden ağzına dolan bir tükürük ve midesinden yükselen bir öğürtüyle kustu. Komiler ve garsonlar kasiyeri zaptetmeye çalışırken kavganın etrafında müşterilerden oluşan çemberden iki kişi Hüseyin’i yerden kaldırıp barın dışına bıraktılar, kasadaki adam hala bağıra bağıra küfretmeye devam ediyordu. Hüseyin’i dışarıya çıkaran adamlardan bir tanesi cebinden bir kağıt peçete çıkarıp Hüseyin’in burnundan akan kana tampon yaptı ve “Birader çabuk uzaklaş buradan.” diye telkinde bulundu. Hüseyin boğuk bir sesle “Sağol kardeş.” deyip uzaklaştı. Attığı adımı nereye attığını tam olarak bilemeden tamamen içgüdüleriyle pansiyona doğru yol aldı. İstiklal Caddesi’nin uğultusu her adımda biraz daha azalıyordu. Tarlabaşı’nın dumanlı yollarına adımını attığında sanki sarhoşluğu biraz daha geçmişti, peçetelere yazdığı şiirini terli elleriyle sıkıca kavramıştı.
Hüseyin, soğuk klozet taşına uzun uzun ve gürültülü öğürtülerle ağzında sadece safra tadı kalana kadar kusmuş, sonra da tuvaletin soğuk fayansında sızıp kalmıştı. Uyandığında burnundaki ağrıyı iyice hissetti, tüm bedeninde sancılı bir sızlama hissediyordu. Başı zonklayıp duruyordu. Doğrulup bir süre soğuk fayansta oturdu, bağırsaklarının iyiden iyiye hareketlendiğini hissediyordu, midesi açlıktan ağrıyordu. Ayağa kalktı, ayakta zor duruyordu. Pantolonunu ve donunu indirip soğuk klozete oturdu, bağırsaklarından süzülen ishali hissediyor ve ağzına yeniden tükürük dolduğunu fark ediyordu. Tuvaletteki işlerini bitirdikten sonra toparlandı, yüzünü iyice yıkayıp, odasına doğru yol aldı. Eklem yerlerindeki sızlama gitgide artıyordu, başındaki ve midesindeki ağrı geçmek bilmiyordu. Neden sonra adi garson kalemiyle yazdığı şiiri hatırladı ceketinin ceplerini kontrol etti, peçeteler hala yerinde duruyordu lakin elinin terinden dolayı peçeteler yine formunu kaybetmiş ve dağılmış, şiir kaybolup gitmişti. Hayal kırıklığı ve bedensel acı ve hepsinden daha çok ruhsal bir bulantı içinde kendini plastik sandalyeye attı. Silah olduğu yerde duruyordu, ayna olduğu yerdeydi, yeniden başladığı yere dönmüştü. Aynadaki görüntüsüne uzun uzun baktı. Yerde her tarafa dağılmış olan kağıtlardan bir tanesini alıp önüne koydu, ceketinin cebinden de kalemi çıkardı, dağılmış peçetenin içinde duran şiir de orada duruyordu. Bir süre kaleme, silaha ve kağıda baktı, bir seçim yapması gerekiyordu. Kalemi seçti, bir süre boş kağıda ne yazacağını düşündü, dün geceki şimşeğin yeniden çakmasını bekledi. Şimşek çakmadı ama kalem tutan eli kağıda uzandı ve adi plastik kalem ilk cümleyi yazdı : “Hüseyin, Tarlabaşı’nda tabuttan hallice, ufacık, kirli ve rezil bir pansiyon odasında, elinde tuttuğu allahlık altıpatların horozunu çekti, hafifçe irkilmişti, silahın namlusunu şakağına dayadı.”