30 Kasım 1944. Almanya, Berlin yakınları. Kamp etrafında devriye gezen iki amerikan askerinden biri olan John Doe hayatında ilk defa bu kadar şaşıracaktı. Ağaçların arasından gelen sesi duyduğu anda aklına gelen ilk şey “Yardım etmeliyim” olmuştu ve uzun savaş dönemi sırasında geçirdiği yıllar sonrası içinde kalan bu insaniyet kırıntıları sonunu hazırlayacaktı.
Sesin geldiği tarafa doğru koşuyordu. Daha hızlı gitmeliydi, yardımı hemen, o anda ve olabileceği en acele şekilde ulaştırırabilmeliydi. Tüfeğini, sırt çantasını, miğferini, kendisini yavaşlatma ihtimali olan her ne varsa sağa sola atarak bir an önce hepsinden kurtulmaya başladı. O kadar hızlı koşuyorduki, ciğerleri yırtılmak üzereydi. Her tarafı çamur içinde kalmıştı. Bacakları, bizzat beyni tarafından kontrol edilmiş olduğu yirmibeş yılın ardından, sonunda bağımsızlıklarını ilan etmek üzerelerdi ama önemi yoktu. Sesin geldiği yere bir an önce ulaşmalıydı.
John Doe önündeki çalılığın üstünden atlayıp tekrar yere bastığında gördüğü manzara karşısında, hayatında ilk defa bu kadar şaşırdığını fark edecekti.
Yaklaşık onüç, ondört yaşlarında, sarışın, beyazları kırmızıya bulanmış mavi gözlü, üstü başı kan ve çamur tarafından harap edilmiş bir çocuk üst bedeni parçalara ayrılmış bir adamın vücudundan geriye kalan son parçalar olan, haki yeşili kanvas bir pantolon giydirilmiş bacakların başında, elindeki alman ordu malı, Luger P08 modeli tabancayla ne yapacağını bilemeden, nefesi kesilene kadar ağlıyordu.
Çocuğun adı Karl Waisenkind’di. Karl, onbeş yaşında, Berlin yakınlarında, Spandau bölgesindeki bir köyde dünyaya gelmiş ve yaklaşık beş sene önce babasını ilk defa askeri üniforma içinde görmüş ve yine ilk defa babasının evden ayrılışına tanık olmuş ve tüm bunlara, yeni yetme bir çocuğun olabileceği kadar, bir yetişkinin yapacağı gibi vakur bir ifade takınarak karşılık vermişti. Karl daha on yaşındaydı ve şimdi, beş yıl sonra, evlerinin yakınlarında ki bir ağaçlıkta, babasından geriye kalan haki yeşili bacakların başında, elinde babasının silahıyla, nefesi kesilircesine ağlıyordu. Ne de olsa erkeklerin bile ağlamasının garipsenmediği yılları yaşamaktaydılar.
Karl, yaşıtlarına göre fazlasıyla zeki bir çocuk olmasına rağmen, ne ve nasıl olduğunu tam olarak anlayamamıştı ancak bu durum bir amerikalının, önlerinde gökten düşercesine belirmesine engel olamamıştı.
Berlin, Spandau yakınlarında ağaçlık bir alan. John Doe, Karl Waisenkind, Karl’ın babasının, düşünebileceğiniz en koyu ve kirli yeşil zeminin altına gizlenmiş mayının patlamasıyla parçalanmış üst bedeni ve patlamadan geriye tek parça halinde kalmayı başarabilmiş bacakları.
22 Eylül 2012, Türkiye’de bir yer. O güne kadar hiç şaşırmadığım kadar şaşıracağım hakkında en ufak bir ipucu bile yoktu. Dedemden kalma taş evde uyandım. Saat 14:30. Şu anda yaşamakta olduğum taş ev, büyük büyük dedem tarafından, kendi elleriyle 26 Mart 1910’da yapılmaya başlanıp, kapısı ilk defa 8 Mayıs 1912’de ev ahalisine açılmış ancak 1914’de patlak veren 1. Dünya Savaşı sebebiyle bütün aile yeni evlerinde ancak bir buçuk yıl yaşayabildikten sonra Lübnan’a göç etmek zorunda kalmış. Babamın anlattıklarına göre, büyük büyük dedem zamanının en maharetli Ermeni taş ustalarındanmış. Ailede ki herkes göç etmek zorunda kalıp, o saatten sonra yurt belleyecekleri yeni Lübnan’da, tekrar toparlanabilmek adına aile işiyle o kadar meşgul olunca bu evi tekrar almak, büyük büyük dedemin mirasına sahip çıkmak onca yıl sonunda bana düşmüştü. Zaten yapılabilecek daha iyi bir işim de olmadığı da, yakın çevremde herkesçe bilinen bir gerçek.
Ailem 1914’de Lübnan’a göç ettikten sonra hala Anadolu’da yaşayan tanıdıkları ve bağlantıları sayesinde bölgenin en güçlü ve en zengin tüccar ailelerinden biri gelmişler ki o zamandan bu yana elde etmiş oldukları servet, şu anda gayet rahat, ve kimilerince boş bir hayat yaşamama olanak sağlamıştı.
Taş evi geri aldığımdan beri son üç yıldır neredeyse tek yaptığım şey sanırım kitap okumak olmuştu. Şanslıyım ki kitap bulmak için evden fazla uzaklaşmak zorunda kalmıyordum. Dedem Vahram’ım çocukluk yıllarından arkadaşı, şu an 98 yaşında olan olan Ayvaz Efendi, Lübnan’da geçirdiği yıllar sonrasında dayanamayıp, doğduğu ancak hiç tanıyamadığı memleketine dönerek buraya yerleşmiş ve ailesinden ona kalan evin altında ki boş depoyu yeniden yaptırarak sahafa çevireli yaklaşık elli yıl olmuş.
Elli yıl boyunca kimsenin ilişmediği, çok az kimselerin bildiği sahaf dükkanının vergi dairesi tarafından ablukaya alınışı bir hafta önce gerçekleşti. Ayvaz Efendi’yle konuştuğumda, kendisine, dükkanda yazarkasa bulundurması gerekliliğinden bahsettiklerini, aksi takdirde yüksek miktarda para cezası yanında dükkanı mühürlemek zorunda kalacaklarını söylediklerini anlatmış, ancak kendisi neredeyse yazarkasa ne demek onu bile bilmediği için bu işleri halletmesi ve dükkana biraz da olsa çeki düzen vermesi için birilerini işe alması gerekebileceğinden bahsetmişti. Bu konuşmanın üzerinden bir hafta geçtikten sonra, bitirdiğim kitaplar değiştirmek üzere, Ayvaz Efendi’nin dükkanına doğru yola koyulmuştum.
O gün, orada, kapıdan içeri girdiğim anda olduğum yere çakılacağımdan hiç mi hiç haberim yoktu.
Ahşap kapıyı pirinç kulpundan ittirip içeriye ilk adımımı attığım anda kalakaldım. Sanırım Karl Waisenkind’in “Papa” diye inleyerek, babasının Luger P08’iyle John Doe’ya kustuğu kurşunlardan bir kaçı da altmış sekiz yıllık yolculuklarının sonunda, ne şanstır ki bana isabet etmişti.
İlk adımımdan sonra bir tane bile daha atamadım, sanırım felç geçiriyordum. Zira, koyu kırmızı, kadife perdeleri açık olan pencereden, kitap raflarına doğru sızan güneş ışığında uçuşan toz zerrecikleri arasından beni kuşkuyla süzen bir çift yeşil göz tam o anda, durumuma anlam veremediğini belirtir bir şekilde beni hedef almıştı. Sanırım yeşilliklerin içine saklanmış bir mayına basmıştım, kıpırdamamalıydım. Kıpırdarsam ölebilirdim, daha da kötüsü, yıllardır kurmaya çalıştığım ve son üç senedir yaşadığım, kimilerine göre boş hayatımın çatısı başıma yıkılabilir, en deneyimli ekipler bile beni enkaz altından kurtaramayabilirdi.
Derken, bütün pastel renkler eski, gerçek hallerine döndüler ve Ayvaz Efendi’nin sesiyle irkildim “Gel bakalım deli oğlan, yeni tezgahtarımız ve yazarkasa operatörümüzle tanış.”. Hiç birşey diyemeden sadece adımlarımı ardı ardına sıralayabildim. Sanki demirden, dev bir kuklaydım ve dünyada ki en büyük mıknatıs beni fark etmek için o anı beklemişti. Sanki yıllardan beri gerçekliğinden kaçmaya çalıştığım yaşam tam karşımda, olanca sükunetiyle sonuma dair bütün detayları yüzüme gülümsüyordu. Ayvaz Efendi’nin sesi tekrar duyuldu “Bu, Hayat.”. Dannn!!! Kurşunların hangi taraftan geldiğini tam olarak bilemiyordum ancak hayati organlarımın birkaçından ümidi kesmemin mantıklı olabileceğinden neredeyse emindim. Sonra devam etti, “Eski rahmetli, bir aile dostumuzun torunu. Artık burada çalışacak. Açıköğretimden muhasebe okuyormuş, hem kendisine tecrübe, hemde sayesinde şu maliyeciler yakamdan düşmüş olurlar.” Dedi ve devam etti ancak daha sonralarında ne dediğini hatırlayamıyorum çünkü o sırada hayatıma dair amortisman hesaplarını acele bir şekilde gözden geçirmeliydim. Bu dükkandan sağ çıkabileceğimin garantisi yoktu. Yine Ayvaz Efendi’nin sesiyle kendime geldim ve “Neyse, ben kahveye gidiyorum, kızım sen ilgilenirsin bizim deli oğlanla” dedi ve o yaşta birinden beklenmeyecek kadar çevik adımlarla gözden kayboldu. İşte tam o anda gözlerim ve beynim, İngilizlerle gizlice anlaşan Araplar gibi beni sırtımdan bıçaklayarak kontrolümden çıkmaya başladılar.
Yirmili yaşlarının başlarında olmalıydı. Ancak, Allah’ım gözleri! Gözleri sanki yüz yıldır ağzında pimi çekilmiş bir el bombasıyla yaşayan bir kaplumbağa’nın kalbi gibiydi. Yorgun ve ortalığı kana bulamaya hazır. Ama yüzünde farklı birşeyler vardı. Sanki çokça şey yaşamış gibi, yalnız kalmak zorunda bırakılmış ve bunu ömrü boyunca saklı tutmaya çalışmış gibi. O anda da aynısını yapmaya çalışıyordu, emindim bundan, saklamaya çalışıyordu ancak bir insanın gözlerine yeterince dikkatli bakarsanız, detaylarına girmeden, bir ömrü birkaç dakika içerisinde yaşayabilirsiniz.
Sessizliği bozan, elimdeki kitapları işaret ederek “Yardımcı olmamı ister misiniz” diye uzanan elleri oldu. Allah’ım yardım et, aklımı kaybetmek üzereyim! Ömrümde ilk defa, konuşabilen bir çift el bana doğru uzanıyoru. Bir anda elleriyle, sadece onları konuştuğu, tek taraflı bir sohbete başlamıştık bile. Her yerde, herkeste görebileceğiniz ellerden değildi bunlar.
Yazarkasanın nakit tuşuna her basışında Arden ormanlarını yeniden bombardımana tutabilecek, onlarca Fransız köylü çocuğu öksüz bırakabilecek kadar gerçeklerdi. Herkesin tutmaya istekli olabileceği eller değillerdi bunlar. Çalışmaktan zayıf düşmüş, inceciktiler. Ancak aklını kaçırmak üzere olan biri son çaresizliğiyle bulabilirdi kendisinde, avuç içlerine bakmaya yetecek cesareti ve işte o zaman daha farklı konuşabildiklerini de ispatlayabilirdi eller. Yani, güzel ve nazik olmayı bilmediklerinden değil. Onları böyle sert, katıksız yapmaya zorlayan şey, içine çektiği ilk nefes olmuştu aslında.
Bir insanı yeterince tanımak isterseniz avuç içlerine bakınız, başkalarından saklanılan, insanlığa dair yanlarımız, sımsıkı kapanmış yumruklar içine sakladığımız ayalarda saklıdır.
Kafasıyla, boş avuç içlerini ve elimde kitapları işaret etti. “Yardımcı olmamı istemisiniz?”. Kitapları sanrı geçiren bir akıl hastasının hareketleriyle ellerinin arasına bıraktım ve arkamı dönerek koşmaya başladım. Gitmeliydim, oradan olabildiğince çabuk uzaklaşmalıydım! Hemen iki sokak aşağımda o varken burada daha fazla duramazdım. Hayat’ın gerçekliğinden olabildiğince uzak durmalıydım. Atalarımın doksan sekiz yıl önce yaptığı gibi tekrar göç etmeliydim, geriye. İçinde bulunduğumuz durumlar ve istikametlerimiz farklı olsa da kaçmak için nedenlerimiz aynıydı; hayatta kalabilmek, normal hayatları sürebilmek için kaçmak zorundaydık.
31 Temmuz 2013, Lübnan. Limandayım. Türkiye’ye ihraç edeceğmiz malların gemiye eksiksiz bir şekilde yükleni yüklenilmediğini kontrol ediyorum, yani işçileri seyrederken öylece ayakta duruyorum. Gerçekliğinden korkup kaçtığım yazarkasa operatörü şu anda ne yapıyor bilemem ancak ben denize karşı, öylece ayakta durmuş, gazı bitmiş çakmağımla sigaramı yakmaya çalışıyorum.