Geçim, yazarlar için de bir dert kuşkusuz. Hazırda gelirleri yoksa, çoğu zorunluluktan, yazının yanına başka işler koyar. Bunu seçmeyip bütünüyle yazmaya ve okumaya odaklı bir yaşam kurabilmek ilk anda kulağa hoş gelir. Peki bu ne ölçüde olanaklı ya da verimlidir? Yazıyla doğrudan ilgili olmayan mesleklerin, yaratıcılığı beslediği düşünülebilir mi? Yazarlarımıza sorduk.
• Hazırlayan Duygu Bayar Ekren
Akif Kurtuluş: “Bir başka ‘iş’e yakalanmak çok sıkıcıdır.”
Yazmaya başladığım yıllar, sadece yazmaya ve okumaya odaklı bir hayat kurma imkânım yoktu. Şimdi geriye dönüp baktığımda, “İyi ki yokmuş,” diyorum. Bu durumun benim için “şans” olduğunu çok sonra fark ettim. Hayata kitaplarla dokunamıyorsunuz. “Maişet” derdinin, yazı macerama kattığı çok şey oldu. Ben almasını bildim belki de. Öte yandan, geçimimi sağlamak zorunda kaldığım işe teslim olmadım. Uygun şartları oluşturacak en uygun fırsatta uzaklaşmak istiyordum. Bunu artık becerebiliyorum. Ama “yazmaya ve okumaya odaklı bir hayat” için mi? Hayır, bunu da istemiyorum. Sadece telif ücretiyle yaşanan hayata da sıcak bakamamam doğrusu. Bir “iş”ten kaçarken, bir başka “iş”e yakalanmak çok sıkıcıdır. Bunu biliyorum.
Ayşegül Çelik: “İstemediğiniz bir alanda okuyup yazmak özlenecek bir deneyim değil.”
Geçinebilmek için yazı yazmakla, yazı üzerine kurulmuş bir hayatı birbirinden ayırmak gerek. Yazıyı kendine mesken edinerek yaşayabilenlerin (Murathan Mungan gibi) sayısı gerçekten çok az. Hayatını kazanmak için yapılan, yazarlıktan uzak işler, yaratıcılık için bir şans sayılsa da yazmakla mesafeyi artırdığı da göz önüne alınmalı. “Yazar-hayatını kazandığı iş-yazı” üçgeninde bence asıl mesele, işin yazma üzerine kurulu olup olmaması değil, o işin kişiliğinize, kim olduğunuza yaptığı etkidir. İnsanın işi, başkasının pabucu gibi ayağını sıkarsa hayat da zorlaşır, yazmak da. Benim hikâyemde buna benzeyen ve benzemeyen yanlar var. İşim yazmaktan tamamen kopuk olmasa da, yazının hiç tercih etmediğim bir kısmıyla, hukukun ve siyasetin diliyle ilgili, yirmi beş senedir de sürüyor bu. İstemediğiniz bir alanda, düzenli olarak günde on saat okuyup yazmak özlenecek bir deneyim değil. Okumanın da, yazmanın da zül olabileceğini öğreniyor insan. Bu yüzden yazmak, benim için hep hayatta kalmanın bir yolu oldu, yazmasaydım olmazdı. Pek çok kişinin romantik bulacağı bir şey geliyor aklıma; Muhsin Ertuğrul’un bir anısı… Dönemin çok para kazanan şarkıcılarından biri, Muhsin Hoca’ya, “Size şaşıyorum,” diyor, “hem bütün zamanınızı, enerjinizi tiyatroya veriyorsunuz, hem de çok az para kazanıyorsunuz. Sizin bir ayda kazandığınızı ben bir gecede alıyorum.” Muhsin Bey gülümsüyor, “Hanımefendi,” diyor, “hayatlarımız satılık mal mıdır ki, vakfettiğimiz işten para isteyelim?”
Cem Akaş: “Yazıyla (iyi) geçinmek.”
Yazı ve para bağlamındaki durumum bence şu: para için orospuluk yapıyorum, sonra zevk için sevgilimle sevişiyorum. Zanaatım (yayıncılık, editörlük, çevirmenlik, profesyonel yazarlık) sayesinde geçinebildiğim için, sanatımla (romanlarım, öykülerim vb.) geçinmek zorunda kalmadığım için, para yüzünden yazıyla aramı bozmak zorunda kalmadığım için şanslı sayıyorum kendimi. Böylece hem sevdiğim işi yapıyorum hem de sanatımda özgür kalıyorum – çok satmak zorunda değilim, yazdıklarımı okura beğendirmek zorunda değilim. Öte yandan, sanatımdaki tüm yetersizlikler ve uzlaşmalar tamamen benim sorumluluğum; mazeretim yok. Bu da iyi bir şey bana kalırsa – bu sorumluluk ve kendine hesap vermek zorunda olma hissi, insanı diken üstünde tutuyor. Şeytan azapta gerek. Tehlikesi yok mu, var: bir gün sevgilisinden zevk alamama, sevgilisiyle sevgili gibi değil, orospu gibi sevişmeye başlama tehlikesi her orospu için vardır.
Cemil Kavukçu: “Yazmak, istediğim zaman sığınabileceğim bir liman oldu.”
Tümüyle yazmaya ve okumaya odaklı bir yaşam benim için çok sıkıcı olurdu. Jeofizik mühendisi olarak MTA’da çalıştığım dönemde yılın yarısı Ankara’da, öbür yarısı arazide geçerdi. Öykülerimin çoğunu şantiyedeki karavanda ya da araştırma gemisinin kamarasında yazdım. İş yaşamının tekdüzeliğini ve boşluğunu okuyup yazarak doldururken, kurgu dünyasının getirdiği içedönüklüğü ise çalışma ortamının hayhuyuyla giderdim. İkisi birbirini hem dengeliyor hem de besliyordu. Yeni yerler görüyor, yeni insanlar tanıyordum. Okumak, iç dünyamı besleyen bir kaynakken, yazmak, istediğim zaman sığınabileceğim bir liman oldu. Okumaktan hiçbir zaman vazgeçemeyeceğimi biliyorum. Yazmak ise öyle değil. Bir gün birbirimizi bırakabiliriz. En kötüsü de onun bıraktığının farkında olmadan yazmayı sürdürmek. Bu nedenle de “yazma” odaklı bir yaşam tehlikeli bir tercih olurdu benim için. Terk edildiğinde ortaya çıkan boşluğu doldurmak için sığınabileceğin bir liman yok çünkü.
Hikmet Hükümenoğlu: “Biriktirdiklerim sayesinde geçiniyorum.”
Gördüğüm kadarıyla çok satan ve çok hızlı üreten bir yazar olmadıkça ülkemizde yazarlıktan geçinmek pek mümkün değil. Bu benim için de geçerli. Benim şansım, 2004’te yazarlığa adım atmadan önce yıllarca finans sektöründe çalışmış olmam. Şimdi de o dönemde biriktirdiklerim sayesinde geçiniyorum. Yazarlık sadece ve çok sevdiğim için yaptığım bir iş, hedefim bu sayede zengin olmak değil. Havuzlu villalar, özel jetler hayallerimi süslemiyor. Ancak, herkes gibi, yazarların da hayatlarını sürdürmek için paraya ihtiyacı var, bu yüzden para kazanmak asla umurumda değil demek de bana gerçekçi gelmiyor. Kitap satışlarından eline geçen para yeterli olmadığında ek işler yapmak zorunda kalabilir insan. Burada benim açımdan iki önemli koşul var. Birincisi, ek iş, romanımı yazmak için bana yeteri kadar zaman bırakıyor mu? İkincisi, karakterime ve bir yazar olarak taşıdığım kimliğe uygun mu? Kafama silah dayasalar dizi oyuncusu olamam mesela, beceremem zaten, öyle bir yeteneğim yok. Çeviri gibi, senaryo gibi, yazmakla doğrudan ilgili işleri tercih ederim. Hepsi bir yana, sırf kitap satışlarından kazandığım parayla hayatımı sürdürebileceğim günleri de elbette umutla bekliyorum.
Birgül Oğuz: “Kendine ait bir oda ve düşük ama düzenli bir gelir.”
Yalnızca üç buçuk ay süren bir çalışma deneyimim oldu. Bir iletişim firmasında büyük büyük şirketlerin yıllık faaliyet raporlarını yazıyordum. Bu sürecin sonunda şimdi hiç de anmak istemediğim bir biçimde hastalandım, ruhum bulandı ve çalışamaz duruma geldim. Şükürler olsun, çok duyarlı bir ailem var, o ruhsal çöküntünün tekrarlamasını ne onlar göze alabilirdi ne de ben. Siyasi duyarlıklarıma şiddet uygulamayacak ve kişisel üretimime gönül rahatlığıyla odaklanmamı sağlayacak bir hayat için üç şey gerekiyordu: tek kişilik bir düzen, kendine ait bir oda ve düşük ama düzenli bir gelir. Bunun dışında ders vermek, çeviri yapmak, düzeltmenlik gibi küçük tefek işler de yapıyorum. Yeterli oluyor mu? Elbette hayır. Yoksulluk sınırını mümkün mertebe aşağı çekmek gerekiyor bir de, yani az tüketmek. Bu benim için hiç zor olmadı, zira bizi kuşatan tüketim dilinin total bir cinnetten farksız olduğunu düşünüyorum ve zaten kaçacak yer arıyorum. Geriye tek bir sorun kalıyor, önemli bir sorun: Türkiye’de bilgiye ve sanatsal üretime erişim ne yazık ki sınıfsal bir mesele. Ve bilgi sirkülasyonunun, güncel tartışmaların dışında kalmak kişiyi hızla tüketiyor, hatta yozlaştırıyor. Bu sebeple bilgiyi evvela restore eden ve arşivleyen, sonrasında da bilginin yayılımını mümkün kılan akademik örgütlenmenin tüm olanaklarını kullanıyorum. Buna öğrencilik deniyor, bense, yazınsal üretimin gerektirdiği radikal emek diyorum. Bu emeği vermenin tek yolu akademide olmak değil elbette. Ne var ki hemen her şeyin sınıfsal kısıtlarla yaşandığı bir ülkede para ekonomisine bulaşmadan ve üretim esaslı yaşamanın yolu bu oldu benim için. Edebiyat odaklı bir hayat için hiçbir şeyi göze almadım ben, hiçbir şeye cesaret etmedim. Ama başka türlü bir hayat büyük cesaret isterdi benden ve herhalde göze alamazdım.
Ahmet Büke: “Zengin çocuğu değilseniz sessiz ve derinden gidin!”
Neredeyse öykülerimin tamamını bir işte çalışırken yazdım. O nedenle çalışma-yazma arasında negatif bir bağ olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman, “Keşke işim olmasa da hep yazsam,” dedim ama işsiz kaldığım günlerde yaşadığım endişe yazmama engel oldu. İşsiz kalmak en kötü işten daha berbat yani. Eğer atadan bir akarınız ya da size bakacak birileri yoksa iyi bir mesleğe sahip olmak en iyisi. İnsanın karnı bir şekilde doyduktan sonra otobüste bile yazar. Çalışanlar için bir önerim olacak. Patronunuzu ya da yöneticinizi tanımadan ona açılmayın. Kendisiyle barışık, özgüvenli işverenlerde bu sorun olmuyor. Hatta çalışanlardan birisinin yazar olması hoşlarına bile gidiyor. Ama tersi durumda mobbinge maruz kalabilirsiniz. Ben bunu çok yaşadım. Bir stalker gibi sosyal medyada da sizi izliyorlar. Bir defasında şöyle işten atılma diskuru çekilmişti bana: “Edebiyattaki performansınızı ve başarınızı işte göremiyoruz. Her şeyi paylaşıyorsunuz ama şirketimizden hiç söz etmiyorsunuz twitter’da.” Aman diyeyim, zengin çocuğu değilseniz sessiz ve derinden gidin!
Elif Köksal: “İnsan yazınca ne dertlerden öbür tarafa düşüyor.”
Dayım ölüyordu, artık konuşamıyordu, duymuyordu, küçük beyaz yazma tahtası vardı. Tahtaya, kitap yazdım dayı, yazdım; kaç para kazandın, diye yazdı. Söyledim. Tahtayı elimden çekti, ne bok yemeye kitap yazdın o vakit, diye yazdı.
Güneyde bir köyde yaşıyorum, para kazanmak için kraniosakral terapi yapıyorum, bazen meditasyon inzivalarında yemek pişirerek seyahat ediyorum.
İyi şeylerin bir ucundan tutmanın huzuru için, para almadan yazdığım iki dergi var. Kitaptan kazandığım parayı okurların hediyesi kabul edip şükürle ve eğlenceli şeylere harcadım: kitap, gülyağı, kocaman bir pembe erengül demeti, durduk yerde almayacağım o ayakkabıyı filan aldım, bir de yazının şifasının ve okurun hakkını günlük hayatımda da teslim etmek için elektrik su faturası, evin aylık kirasını ödedim.
Az yazıyorum. Yazma ihtiyacı diye bir şey var, bana tek başıma seyahat ederken, üzülmüşsem, şaşırmışsam geliyor. Kalkıp Şam’a, Niğde’ye filan gittiğimde, elma ağaçları, sokakların kokusu, tanımadığım insanların iyiliği, Lübnan Dağı’nda gözümün boyası akmış diye bana ıslak mendil hediye eden bakkal kız, dünyanın güzelliği, ağırlığı… böyle şeylerden oturup yazma, bari kâğıtlarda bir merkez bulma ihtiyacı geliyor.
Yazmanın şifası, mutluluğu var – yazmak, durup kâğıtta düşünmek ruhumu besliyor, insan yazınca ne dertlerden öbür tarafa düşüyor.
Onur Caymaz: “Kovulduk Sayın Memet Fuat!”
Tarık Dursun K.’nın köftecilik, Sabahattin Ali’nin kamyonculuk yaptığını okumuştum. İş bulamayınca ne yapacak, mecbur! Fikret Otyam’ın bir kitabında Yaşar Kemal’in, zamanında sebze arabası kiralayıp İstanbul’a kapağı atma niyeti olduğu yazılıdır. Hayatımın bir yılını öğretmenlik, on yılını bilgi işlemcilik (patron çocuklarının laptop’larına oyun kurmak dahil), son beş yılını da reklam ajanslarında düzeltmenlikle geçirdim. Bunun dışında daha gençken tamirci ve eczacı çıraklığı, şofben satıcılığı, sokak tezgâhında sahaflık gibi kısa süreli iş deneyimleri… Sartre, entelektüellik sınıfsal bir şeydir, der! Paran yoksa, son hesaplaşmada entelektüel de olunmuyor.
Memet Fuat, “İyi edebiyat kötü edebiyatı kovar” der, bence yanıldığı tek yerdir. İyi edebiyatçı mıyım bilmem, değerlendirmek harcım, haddim değil ama edebiyattan para kazanarak orta halli yaşam sürebilmek için “iyi edebiyat” martavaldır; okur değerlendirmesi olarak kabul edin. Diğer yazınsal faaliyetlerinse elektrik faturası, apartman aidatı, su parası, çocuğun bezleri, ev kirası gibi sürekliliği yok! Hele yaz gelince tatile giren kültür sanat hayatımızı düşününce, zor.
Zamanında Orhan Kemal’in yaptığı gibi senaryo yazma işini de, sağ olsun Recep İvedik’ler bitirdi, iyi film yazarsanız aç kalırsınız. Kısacası kötü film de iyi filmi kovuyor. Dizi yazalım deseniz, son süreçte dostum Murat Uyurkulak’ın başına gelenleri biliyorum. Beyin uyuşması yaşayanlara yazılan diziler, iyi dizileri kovuyor… Bu durumda bana kalırsa, Canan Tan, Ayşe Kulin vd. değilseniz mesainin yolları taştan demektir… Turgut Uyar’ın Büyük Saat’i, ilk imza gününde dokuz adet satmış denir. Edip Cansever’in Petrol’ünü alan adam da az sonra gelip iade etmiş; petrol mühendisiymiş, kitabı işiyle ilgili sanmış. Anlatabiliyor muyum?
Kaynak: www.notosoloji.com