‘Benimle gel.’ dedim alkolden boğulmuş, çatallaşmış sesimle. ‘İç yolculuğa çıkıyoruz.’
Buna çok ihtiyacı vardı. Onu terk eden kadının gölgesiyle yaşıyordu çok uzun zamandır ve bu gölge onu karanlık diyarların ürkütücü dehlizlerinde boğuyordu anbean. Kötü bir kalp kadar soğuk, yalnız ve ıssız bir gündü. Biçare kentin her bir sokağında ince kan damarları gibi dolaşıyordu ölüm. Genzimizi yakan soğuk bir sonraki nefesimizi keserek ince ince alay ediyordu bizimle.
‘Ne kadar sürecek bu yolculuk?’ diye sordu ağzından beyaz bir bulut içinde buz zerrecikleri halinde dökülürken kelimeler. ‘Bilmiyorum’ dedim omuzlarımı silkerek. ‘Kalbinin en derinini, beyninin en dibini, aşkının en çirkin halini görene kadar bekle. Uçurumun kenarına bir katre yol kalana kadar bekle.’ Yüzümde umarsızca dolaştırdığı gece siyahı gözlerinde şaşkınlık, hayranlık ve bir damla buzdan gözyaşıyla sessizce teşekkür etti bana. ‘Harika bir kadınsın.’ Fısıltısı, rüzgâra karışıp yüreğimle birlikte arsızca dans etti şehrin ıssız sokaklarında.
Kentin itelenen, ötelenen arka sokaklarında eski, ahşap bir evin bodrum katında, çoğunlukla ruhumun yansımalarıyla birlikte yaşıyordum uzun zamandır. Hayatımı kazandığım yazılarımın tek görgü şahitleri ve yegane meraklı dinleyicileri, rahatsız etmemek için sessizce yürüyerek minnet borcumu ödemeye çalıştığım farelerdi. Bir de her gece zihnimin içine davetsizce üşüşen kan kırmızıya boyanmış ruhsuz hayaletler.
Tiksintiyle karışık bir tedirginlikle biricik sığınağımda gezdirdiği bakışlarıyla eğlenerek ‘Bu oda senin.’ dedim devasa bir şatonun kapısını açarcasına eski, kırık kapıyı mütevazı bir saygıyla iterek. ‘Birbirimizi hiç görmeyeceğiz. Bu yolculuk dipsiz bir yalnızlıkla yoğrulmalı.’
Gelecek hafta yayınlanacak olan iki öykümden aldığım para suyunu çekmişti ve birkaç öykü yazacak enerji, onları yayınlayacak dergi ve en önemlisi şarap ve sigara alacak para bulmam gerekiyordu. Bu iç yolculuk bana da iyi gelecekti.
Onu orada bırakıp odama gittim ve sadakatle beni bekleyen zulamdan birkaç şişe ucuz şarabı, dokunmaya kıyamadığım sevgilimmişçesine kucaklayıp ona götürdüm. ‘Git ve dibe vur’ diye fısıldadım kulağına bir fahişenin iç gıcıklayıcı sesiyle. Elini bana dokunmak için kaldırdığını fark ettiğimde, odamdaki fareleri ve hayaletleri daha fazla bekletmemem gerektiğine karar verip arkamı döndüm, odama girdim.
Dört gün boyunca sanrıların, yankıların, sığların ve yanılgıların en uç noktalarında, kıldan bir zerre daha ince bir bıçak üzerinde, ayaklarımı, ellerimi, beynimi ve kalbimi kanata acıta dolaştım durdum. Ağladığım için mi sarhoş oldum yoksa gözyaşlarım mı sarhoşluğumun yansımalarıydı bilemiyordum. Her ayıldığımda vurduğum kıyılardan sürünerek, kanayarak ama taptaze, küllerimden doğarak kalktım; kendimi yeniden en derinlere savurmak üzere, kendi isteğimle. Odamı, yatağımı, masamı ve ruhumun en çıplağını paylaştığım onlarca kahraman beni benliğimin en dibindeki yapışkan yeşil yalanlar ve kendimin en üstündeki katı, donuk, soğuk-beyaz gerçeklik arasında ite kaka dolaştırdılar.
Sonunda hepimiz maskelerimiz masaya koyduk, ruhlarımızı soyduk ve birbirimizin içini teklifsizce oyduk. En sonunda da acı içinde kıvranmalarına dayanamayıp, daha çok da acıya tahammülsüzlüklerine kızıp çoğunu öldürdüm. Geri kalanlarsa çoktan intihar etmişti. Dördüncü günün sonunda ruhumu, beynimi, yüreğimi ve bedenimi tek ve durağan bir çizgide buluşturmayı başardığım eşsiz bir anda ayağa kalkıp şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Odam kâğıttan cesetlerle doluydu.
Sabaha karşı, yazdığım son öykünün kahramanı kızıl saçlı sırça kadın yatağıma çırılçıplak uzanmış esrarlı bir sigara tüttürürken ölümün kokusunu aldığını söyledi. ‘Fareler’ dedim başımı kaldırmadan. Birkaç saniye sonra zihnimin gerçekliğe tutunmakta inat eden son kırıntılarında onu gördüm. Dört gün sonra ilk defa sığınağımda bir insan yüreğinin daha atması gerektiğini ayrımsadım.
Odasına girdiğimde içinde yeşil cam parçaları yüzen pıhtılaşmış kızıl bir göl içinde sonsuzluğa yüzdüğünü gördüm. Şarap şişesiyle kestiği bilekleri iki yanında, teslimiyetin zardan kabuğunda uzanıyordu umarsızca. Sadece benim öykülerimin kahramanlarının yapabileceği bir şekilde ölümü seçmişti. Oda çaresizlik, pişmanlık, ölüm, kan ve şarap, en çok da karşılıksız aşk kokuyordu. Masanın üzerindeki kâğıtta kendine güvensizce, acemi bir çocuk gibi korkudan titreyen harflerle tek bir cümle yazılıydı.
‘Yalanlarım sana ulaşmak içindi.’
Odama döndüm, kızıl saçlı sırça kadını öldürdüm, bir sigara yaktım, yeni bir şişe şarap açtım ve yepyeni bir öyküye başladım.
KaraŞapka
Kaynak: http://karasapka.wordpress.com/