Çocukken hayatı 23 Nisan tadında yaşar, 23 Nisan tadında sanardık. Etrafımıza pembe hayallerle bakar, herkesi kendimiz gibi masum, saf, günahsız ve içten sanardık.
Güvenirdik kolaycana, severdik hemencecik. Tüm insanlığa kucak açacak kadar büyük ellerimiz yoktu ama herkesi kucaklayacak kadar büyük kalplerimiz vardı. Bu sebeple de gülen gözlerimiz, yoğun duygularımız ve neşeli günlerimiz mevcuttu.
23 Nisan ayrıydı elbet. Bu gün diğer günlerden de neşeli diğer günlerden de heyecanlı geçerdi. Çoğumuz okullarımızda haftaiçi haftasonu fark etmeksizin törenler yapar, göğsümuz kabara kabara bize armağan edilen o güzelim şarkıları söyler, ulu önderimizi saygıyla anardık.
Kimimiz özenirdi Atatürk’e bugün, kimimiz Atatürk gibi olmanın hayalini kurar, kimimiz Atatürk gibi düşmanlarla savaştığımızı düşünür kimimiz de yalnızca Atatürk’ün siluetini gözlerimizde canlandırır ve ona şükran duygularımızı iletirdik.
Koşulsuzca sevmek denilen duyguya en güzel örnekti bu. Önceleri ders kitaplarında görüp okuduğumuz salt öğretmenlerimizin bize aktardığı bir “masal” gibi gelse de daha sonraları bu tarz bir biyografinin daha realistik ve daha radikal bir şekilde doldurulamayacağını kavramıştık. Her bugünde bizlerde o biyografinin birer parçası haline gelir, korodaki müziğe ayak uydurup coşkuyla haykırırdık.
En güzel ve en özenli kıyafetlerimizin giyildiği gündü bugün. Ezberlerimizin tamamlandığı en şahane şiirlerin yazıldığı en coşkulu olunan bu günde bir gün büyüyeceğimizden habersiz herkese en iyi gözle baktığımız en saf en temiz duygularla en’lerin yaşandığı bir gündu bizler için.
Zaman durmayıp ilerledikçe büyüdük serpildik,
23 Nisanları kendimiz kutlamaz çocuklarımızın kutlamasını beklerken göz açıp kapayıncaya kadar çocuklarımızın da kutlamayacağı gerçeği ile uyandık yataklarımızdan.
Törenler iptal olmuştu, sınıflardaki o güzelim andımız kaldırılmak istenmiş, “Ne mutlu Türküm diyene” lafından bile bariz rahatsız olunmuştu, bu güzel günün iptali için her daim yeni ve akıl almaz kılıflar hazırdı.
Her geçen gün bu değişime şaşırıyor fakat ayılamıyor, söyleniyor ama harekete geçemiyorduk. Eskiden ders kitaplarında yazılan gerçekler şimdilerde çarptırılarak anlatıldığından, Nasreddin hoca bile Cumhuriyetten çıkıp yobazlaştırıldığından çocuklarımız bu günü sıradan bir 23 Nisan olarak anıp sıradan neşesi ile devam ediyordu. Şükür ki henüz yozlaşacak kadar günahkar veya yozlaşacak kadar kirli değillerdi!
Sayesinde bu coğrafyada nefes alabildikleri adam unutulmuş karalanmaya başlanmış ve ne hikmetse buldukları tek kusur bile denmeyecek içki ön plana atılmış ve kolaycana ayyaşlıkla suçlayıp çeşitli iftiralar atılmıştı.
Atatürk eğer o dönemde ayran içseydi bugün milli içeceğimiz bira olur muydu acaba soruları sarmıştı dört bir yanımızı ama olsun biz şimdilik ayrana eyvallah çekiyorduk ya o yetiyordu.
Belki yarın farklı bir kumpas sonucu bira belki sonra da şarap içeriz. Belli olmazdı ne de olsa.
Tabii yıllardır geleneksel gösterimiz olan halk oyununa da el atılmış, kızlı-erkekli zina denmişti. Bu oyunda tıpkı imam hatip mantığında olunduğu gibi ayrılmak istenmişti. Minicik ellerin birbirleri ile teması bile kafalarda korkutucu bir iffetsizlik ve namussuzluk göstergesinin ilk fidanlarıydı. Allahtan minicik eller tuttukları eli sıkıca tutup bırakmayacak kadar kenetlenmişlerdi de kimse onları tohumlarından ayıramadı.
Zihniyet değişiyor, kafaların kapanmasından ziyade beyinler kapanıyor, köreliyordu.
Çocuklar “hani benim 23 Nisan’ım” , “hani benim günüm” bile diyemeden “Kutlu doğum haftası” yerine şak diye getirilmişti. Tabii bu kutlu doğum haftasının ne olduğunu kimse bilmiyordu ama olsun siz sokaktan geçen birine sorun o size en güzel yanıtı verir elbet.
Ne de olsa din her şeyin başı ve din her şeyin ilacıydı. Peygamberimizin belli olmayan doğum tarihi bile alet edilmişti bu oyuna. O oyun o kadar dikkatli oynanıyordu ki saf ve masum bir çocuğu oyun dışı etmek imkansız gibiydi.
Bugün artık çocuk sayılmayacaklar bugünü hatırlar ve içleri sevinçle dolarken çocukların bugüne dair değerleri bilmemesi, onlara armağan edilen bu mutlu günü doyasıya tadamamaları gerçeği ile yüz yüzeydik.
En acısı ise yarın çocuklarımızdan da öte torunlarımızın halini düşünemez olmuştuk.
Sanırım artık ders kitaplarının görevi sonlanmış bu görev ailelere düşmüştü. Evde başlayan genel ahlak, görgü gibi eğitimlerin yanı sıra “23 Nisan” gibi onlara armağan edilen günlerin de eğitimi başlamalıydı ki bu törenler her iptal edilişinde kalplerden halen silinemesin,
her çarptırıldığında doğrusu bir tokat gibi yüzlere vurulsun
ve her karalandığında ulu önderin sözleri akla gelsin,
mavi gözlerindeki ışık ve azim tüm çocuklara tekrar ve tekrar armağan olsun.