26.11.2015 Türkiye’nin aldığı bilmem kaçıncı darbedir. Türkiye’nin gördüğü, yaşadığı, duyduğu, şahit olduğu ve acısını en derinden paylaştığı bilmem kaçıncı karanlık günüdür. 26.11.2015 Türkiye’nin tüm hukuksuzluklara şahit olup hala hukuk arayabilen ve başını dimdik tutup ülkesi için mücadele eden halkının unutulmayacak gururudur!
Bu tarihten önce de bilmem kaç kere hukuk çiğnenmiş, adalet yerlerde sürüklenmiş, eşitlik ve hak arayışları silinmeye çalışılmıştı. Balyoz davasında her gün farklı bir darbeyle uyandığımız kara günler henüz geride değildi. Askerinden generaline,yüzbaşısından masum olan her rütbeli kişisine kadar suç atılmış, lekelenmiş ve soğuk karanlık bir Silivri dönemine mahkum bırakılmışlardı. Her geçen gün haberlerde tutuklanan değerli insanların yakınlarının çığlıkları,feryatları kulaklarımızı çınlatırken,Silivri’den gönderilen mektuplar umudumuz oluyordu. O mektupların ortak tek bir noktası vardı o da bunca hukuksuzluğu tatmış, bunca acıya zorluğa katlanması gereken yaşını başını almış insanların halen gözlerinde kalan son damla ışıklarla pes etmedik, hukuk kazanacak, bir şeyler değişecek demeleriydi. Vatanı uğruna tek bir dakika düşünmeyip canını verecek onca yıl bu topraklar için emek vermiş adamlara vatan haini denildi. Kendine kaçak saray yaptırıp milletin parasını sömüren adam tarafından ise suçlu lakabı hoş görüldü.
Milletçe o zamanlar anladık ki hakim savcı olabilmek suçluyu suçsuz suçsuzu da suçlu yapabilmekten ibaretmiş bu dönemde yani balyoz davasında yargılananların tek suçu halkı kandırıp halk parası yememekmiş.
Biz anladık anlamasına bunları ama bunca değerli ve saygıdeğer askerlerimizin Silivri’de kaldığı süre boyunca ailelerinin gözyaşları ve feryatları içimize hiç olmadığı kadar oturdu. Çevremizdeki insanların yargılanan babalarına “baba” diyemeyecekleri haberi duyulduğunda hiç olmadığı kadar etkilenip kaç çocuk doğuracağımızdan sonra nasıl ve ne sıfatlarla baba olacağımızı da mı emredecek bize bu fütursuzlar diyip hukuk arayışına devam etmemize vesile oldu. Mektuplarda söylenen kelimeler gibi pes edilmedi geç de olsa adalet yerini bulup beraat haberi yayıldı fakat istenilen gibi de bir şey değişmedi, değişemedi.
Neden değişmedi peki?
Çünkü bir ülkede hukukun ihlal edilmesi hukukun olmadığı anlamına gelmez gelmemesine ama bir ülkede mütemadiyen hukuk ihlal ediliyorsa bu ülkedeki hukuk artık sorgulanabilir ve de sosyolojik olarak incelenmesi gereken bir olgu haline gelmiştir. Biz bu incelemeyi hep askıya aldık, biz hep hukukun kendini yenilebileceğini düşünüp her şeyi zamana bıraktık. Zamana bırakırken daha farklı senaryolar geldi karşımıza. Kürt sorunu, Terör, seçimler ve milli irade ile istikrar, bombalama haberleri, ateşler silahlar derken asıl arayışımızın asıl ortak noktamızın HUKUK DEVLETİ olduğunu unuttuk. Biz medyada Tuğçe Kazaz’ın yüz kere din değiştirip iktidar kuklası olduğunu eleştirirken biz onun şunun bunun sevgilisi nişanlısı karısı kocasıyla uğraşırken kısacası saçma sapan olayları odak noktası haline getirirken asıl odak noktasını tıpkı televizyon gibi bizi kumanda ile yönetenlerdeydi kontrol. Kanalları açıp açıp değiştiriyorlar farklı kanallarla farklı durumlara sürükleniyorduk.
En son sürüklenen nokta ise aslında ilk başta sürüklendiğimiz noktalardan biriydi. Basın özgürlüğü, medya. Yok Doğan grubu yok İpek medya derken en son Can Dündar ve Erdem Gül’ün yaptıkları Mit haberi vesilesi ile tutuklandıklarına şahit oldu bu ülke bu insanlar. Haber yüzünden tutuklanmak haber yüzünden Silivri yollarına düşmek karanlık günleri yaşamak yazarken bile o kadar ironik geliyor ki şu an şu satırları yazabilme özgürlüğüme sahip olduğum için şükrediyorum.
Medya demek kamu özgürlüğü demektir, medya demek bağımsızlık demektir. Medya demek kamu yararı demektir, gerçekliktir güncelliktir. Gerek gazetecilik, köşeyazarlığı, yazarlık olsun gerekse de x kişisi tarafından yazılan x yazısı olsun özgür ifadenin olduğu saygı ve terbiye sınırlarının aşılmadığı, güncelliğin mevcut olduğu,realitenin baş gösterdiği her yazı kutsaldır her haber öğrenilme niteliğindedir. Kaldı ki Can Dündar’ın yapmak istediği üzere milleti uyarmak, gerçekleri göstermek ve de bilgilendirmek adına yapılan bir haber devletin bu kişiyi susturarak değil ancak alkışlayarak kendileri yapamadığı için de belki mahcup olarak tebrik etmeleri gereken bir hareket niteliğindedir.
Siyah bir çok olumsuzluğun rengi aslında bakıldığında. Cenazelerde giyilen kıyafet, kafaya takılan eşarp, gökyüzünün kirlendiğindeki rengi, madencilerin zor şartlarda çalıştıklarını gösteren yüzlerinin rengi ve de en önemlisi “silah” rengi. Yani ölüm rengi. Silah üretmenin de satmanın da güç gösterisi sayıldığı bu dünyada silah üretenlere dur demek, silah seslerine tetik basmalara karşı uyarmak ise olabilecek en büyük gazetecilik onuru ve gururu olsa gerek. Dünya barışını ardından da kendi halkının can ve mal güvenliğini himaye altına alma isteği ise olabilecek en güzel insanlık olsa gerek. En önemlisi de tıpkı Balyoz emsalindeki gibi vicdanlarını terk etmiş kukla hakim ve savcılara boyun eğmeyip dimdik durup adalet diye seslenmek ise en güzel adalet duygusu olsa gerek.
26.11.2015 tarihi hala utanmadan başkanlık sistemi diye direten bir diktatörün “silahsa silah ne olmuş” itirafına rağmen yandaş hakim ve savcıları ile susturmaya çalıştığı aydın insanları ve bilinçli halkını aslında susturamadığını, basın özgürlüğünün korkaklıktan uzak olduğunu bu insanların yanlarında tek bir güvenlik olmadan salt ifade özgürlükleri ile yaşamak istediklerini anlamaya başlayacağı tarihi bir “siyah” gün olarak akıllarda kalacağı gün olsa gerek.