Bir odada koca koca sanki mızrak gibi insanı ürküten demir ranzalar vardı ve bir masa ve bir iki dolap…
Yavaş yavaş yürüdüm beton zeminin üstünde kendimi bir ranzanın alt katında buldum.Orda yatan kişiye inanamıyordum o kişi mavi gözlü devdi.Hemen elinde ki kol saati gözüme çarptı saatin içinde mekanizma yerine karısı Pirayenin fotoğrafı olduğunu anlamam zaman almadı.Allahım ne romantik bir adam karşımda duruyor diye düşündüm.Bir yandan da elimdeki fenerin ışığına rağmen uyanmamalarına hayret ediyordum öte yandan da buraya girerken kimse görmedi bundan sonra hiç bi şeycik olmaz diye kendimi yatıştırıyordum ki gözüme bir kağıt ilişti.Kağıtta şunlar yazılıydı:
“Metin ol.Ben elimden geldiği kadar neşeli olmaya çalışıyorum.Ne yapalım kanunun içinde ve dışında en küçük bir suçum yoktu.Bunu bana on beş seneyi verenler de biliyorlar.Bundan eminim.Tek kabahatim ismimim Nazım Hikmet olması.Ama ben bu isimle müftehirim.Ve geberinceye kadar bu ismi şerefle taşıyacağım.Artık büyük bir sabırla seneleri doldurmaktan başka iş kalmadı.Bir tek isteğim var;Ankara,İmralı adası gibi hapishanelerde bulunmak ve orada çalışarak nafakamı çıkarmak.Bu basit yaşama hakkımı da kabul etmeyip beni her hangi uzak bir hapishanede açlığa mahkum ederlerse,ona da ne yapalım.” yazıyordu kağıtta.Yavaş yavaş diğer tarafa geçmeyi düşünürken mavi gözlü devin yukarısında elini başının altına almış dertli birini gördüm biraz daha dikkatli bakmaya çalışınca bu kişinin Yılmaz GÜNEY olduğunu farkettim.Ama ben hala mavi gözlü devin annesine yazdığı insanı etkileyen mektupta yazılanların etkisinden sıyrılamamıştım, gözümden akan yaşları durduramıyordum.Bir yandan da yürüyordum.Ranzalardan yer kalmamış küçücük zemin bana koca uçsuz bucaksız bir dağı anımsatıyordu aşılması güç eşsiz güzellikteki dağları…
Kendimi başka bir ranzanın ucunda buldum sırt üstü yatan bu adam Adnan MENDERES idi.Onun da elinde bir mektup vardı.Elinden yavaşca aldım ve okumaya başladım.
“Berin’ciğim.Şimdi iki mektubunu aldım.Aydın’dan da…Çok teşekkürler.Mektubumu yeni harflerle yazıyorum.Daha kolay gitsin diye.Mektuplar 50 kelimeyi geçmeyecekmiş.Sen de ona göre yazarsın.Sıhhat haberlerinizi almak büyük tesellli.Aydın’la seni çok çok öperim.Bu mektubum yarın yola çıkacak.Ayın on dokuzunda yeniden yazarım.Senden de her gün bekliyorum.” yazılıydı mektupta hepsini uyandırıp çıkarmak istiyordum,ama ne yazık ki yapamıyordum bir güç hep ensemdeydi sanki.Mektubun elli kelimeyi geçmemesi isteniyordu. Bu insanların duygularına,haklarına bir saldırıydı diye düşünürken kendime güldüm neyin adaletini istiyorsam diye kızdım kendime.Zaten adalet kelimesi odanın basık tavanı arasından süzülüp yüzüme bir tokat gibi çarptı.
…
Biraz ileride de Deniz GEZMİŞ,Celal BAYAR,Necip Fazıl KISAKÜREK vardı.O hücreden başka bi hücreye geçiyordum ki arkadaşım Dilara uyansana canım diyodu.Meğer herşey rüyaymış…Uyandığımda ter içindeydim ve öksürüyordum.Sanki o karanlık,nemli yerde yaşamışçasına.
Arkadaşım sayıklıyordun,sakin ol sadece bir rüyaydı diye beni sakinleştirmeye çalışırken ben rüyamı anlatmaya çalışıyordum ,çaresiz beni dinledi.Ve rüyamda onları gördüğüm için şanslı olduğumu söyledi.Bende gülümseyerek tiyatromuza konu aramamıza gerek kalmadı hemen unutmadan yazmalıyım deyip hemen masama koşup defteri ve kalemi kaptım.Dilara da canım hevesini kırmak istemem ama aynı hapishanede olmaları tarihsel açıdan mümkün değil aynı zamanda diye konuşmaya dalmışken ama bir ortak özellikleri var dedim.
Hepsi farklı yerlerde nemli,berbat ıssız kimi zaman da kalabalık yerlerde onları ıslah etmeye çalışanlara karşı ya ölümü bekliyor ya da sevdiğine mektup yazmanın telaşı içinde mektup gününü bekliyor bu onların tek ortak özelliği değil mi?Sağcı ya da solcu ne fark eder onlar bir birey olarak kendi davalarının peşinde sürüklenip gittiler.Ben onları rüyamda bir hücreye koymuşum çok mu? dedim.
O da haklı olduğumu biliyordu yazdıktan sonra gel bana oku diyerek usulca yanımdan ayrıldı,tiyatromda mavi gözlü devi canlandıracak insan…
Dilan BÜYÜKDENİZ