Minibüsün büyük ve gözlerimi alan farları caddenin öte yakasında belirdiği anda, tam da minibüsün geleceğine dair umudumu yitirmeye başlamıştım. Yağmurlu günlerde genelde böyle olurdu, büyük şehrin ister istemez engel olduğu trafik, yağmurun neden olduğu toplu taşımaya aşırı yüklenme ve bunun doğal sonucu olan daha fazla durma noktasıyla birleşince ortaya bu tablo çıkardı. Burada herhangi bir suçlu arayacak olursak, ne günün son seferlerine çıkmaya hazırlanırken gözlerinin içinden yorgunluğu okunan şoför, ne de başka birisi suçlu addedilemezdi. İşte bu yüzdendir ki, o soğuk ve yağmurlu havada önümden geçen arabalardan üzerime sıçrayan suların öfkesini, son çare olarak şoföre iletmesi için uzattığım parayı almaya yeltenmeyen, bunun üzerine kafasını başka yöne çevirip ilgilenmiyormuş gibi yapan adamdan çıkardım. Ama çok uzun sürmedi bu sinirim, zira minibüs hızla son durağına -yani benim iniş noktama- doğru hareket ediyordu ve dönüş yolu olduğu için pek fazla durduğu da söylenemezdi. Oturduğum semtin en işlek caddesi olduğunu rahatlıkla iddia edebileceğim Reşitpaşa Caddesi’nden dolu dizgin inerken, birden gözüme tam tersi istikamette yokuşu tırmanmaya henüz başlayan aynı güzergahın bir başka minibüsü takıldı. Ağır ağır ilerlemekte ısrarcıydı şoför, haksız da sayılmazdı, yolcu toplamak için bunu yapmaktan başka çaresi yoktu ama arka koltukları doldurmaya yeni yeni başlamış ufak kalabalığın aceleciliği gözlerinden okunuyordu. Birçoğunun acil bir işe yetişmesi gerekiyordu muhtemelen, dolayısıyla minibüsün ağır hareket etmesi de işlerine gelmiyordu. Doğal tabii, büyük şehirde yaşamak insana en basitinden bir kol saatiyle yaşama zorunluluğu doğuruyordu. Aslında kimi zaman, aynı güzergahta hareket ederken acilen yetişmem gereken bir yer varsa benim de sinirimi bozardı bu yavaşlık. Eve dönüş yolunu bir bakıma bu yüzden seviyordum, yağmurlu havalardaki minibüs bekleme merasimi haricinde pek bir aksaklık yoktu, hızla iniyorduk işlek caddeden aşağıya. İniyorduk inmesine de, hani bazen en rahat anlar insanın düşünüp kafa patlatması için en doğru zamanlardır ya, benim de bu konu üzerine biraz düşünmeme sebep oldu bu durum.
Son durak olan Alparslan Camii’nin yanında minibüsten inip yerde sular içinde dağılmış bahis kuponunu ayağımın kenarıyla ittirdikten sonra, mahallenin girişinde yavaştan kararmaya başlayan havanın ve şiddetlenen yağmurun, nerdeyse herkesi evlerine soktuğunu fark ettim. Az önce minibüste aklımda kurduğum birkaç soru cümlesini yeniden canlandırmaya çalıştım, birkaç dakika kendi kendime mücadele ettikten sonra nihayet buldum… Tıpkı minibüste olduğu gibi, hayatta da kuralları koyan biz miydik? Yani, şartlarda bir problem olmazsa olaylar bizim isteğimiz yönünde mi gelişiyordu, yoksa hayatta kimin koyduğunu bile bilmediğimiz kurallar altında sadece şartlar bize uyduğunda mı mutlu oluyorduk?
Bahsettiğim gibi, büyük şehirde yaşamak demek, yoğun ve arkasından koşmak zorunda olduğunuz bir tempo demek. Bu yüzden temponuz sizi bazen istediğiniz şeylerden alıkoyabiliyor. Ben de minibüsten indikten sonra telefonuma ardı ardına gelen aramalardan dolayı bölünen düşüncelerimi toparlamayı başardığımda, camı yarıya kadar açık odamda işlerimi nihayet bitirmiş ve gecenin bir yarısı nihayet yatağıma uzanabilmiştim. Yoğun geçen günlerimin klasik sonuydu bu uzanış; ne zaman uykumun geleceğini bilemeden, ve her ne kadar planlanmış olsa da nereden gelip nereye gidiyor oluşumun belirsizliği içerisinde bir şeyler düşünüp dururdum. Ve yine aynı senaryonun başrol oyuncusuydum, fakat bu işten pek memnun olduğum söylenemezdi. Gelgelelim işin bir de şöyle bir boyutu vardı; şikayet ettiğim, ama bir o kadar da bağı olduğum bu düzen olmasaydı nerede, ne yapıyor olurdum?
***
Bu düşünceler birbirini kovalar dururdu işte her yoğun günün ardından kararan havanın getirdiği gecelerde… Sessizlik, düşünmeye iter insanı… Yarın neden erken kalkacağının ve neden o somurtkan insanların suratını görmek zorunda olduğunun mantıklı bir cevabı olduğunu düşünür, ve bunun için gerekirse en derinlerine kadar kazar zihnini. Oysa, belki de hiçbir cevabı yoktur bu soruların. Kim bilebilir ki… Belki de vardır. İşte bu dar alan paslaşmalarından bile ortaya paranoyalar çıkabildiğinin kanıtı. Yoğunluk, karmaşa insana hediye ediyor paranoyaları… Ya da, günahını mı alıyoruz büyük şehirlerin? Gökdelenlerin, alışveriş merkezlerinin bizimle ne problemi olabilir ki? Böyle düşününce de farklı bir sonuca varıyor insan… Söyledim ya, düşünmek paranoyak ediyor insanı. Ne onsuz, ne de onunla yapabiliyor insan… Çünkü, bir şeylerin farkına varmak hoşuna gidiyor insanın… Minibüslerin yola çıkış zamanındakiyle dönüş zamanındaki durma sürelerinin farkından geldiğim yere kadar fark ettiğim şeyler gibi… Sahi, konudan ne kadar da uzaklaşmışım. Konu konuyu açınca…
Yaşadığı temponun içinde çok fark edemiyor ama, kol ve bacaklarından, hatta beyni ve kalbinden bağlanarak ortalama 60-70 yıllık bir ömrün tamamı boyunca bir kuklacı tarafından oynatıldığı hissine kapılıyor bazen insan. Okumayı söktüğü günden, iş başvurusu için tıraş olduğu güne, her anımız planlanmış sanki. Üniversite sınavına hazırlanırken takındığımız anarşist tavrın etkisiyle sisteme savurduğumuz sözcükler, “bu sınavı kazanırsak ne olacak ki?” sorusuna bir türlü alamadığımız yanıtın, sınavdan çok sonra karşımıza çıkan koca bir “hiçbir şey” oluşu… Ve hayatın hemen her yerinde üstünden atladığımız çıtaların diğer insanlarınkiyle aynı oluşu insanı bu düşünceler olmadan yaşayamaz hale getiriyor. Minibüsün hızlı gidişi hoşumuza gidiyor, ama bunun kontrolü bizde olmuyor; sadece şoför dönüş istikametinde alacağı yolcu olmayınca gaza daha cüretkar basıyor. Üstelik bundan duyduğumuz mutluluktan haberi bile olmadan… Gerçi, haberi olsa da değişen bir şey olacağını sanmıyorum… Nihayetinde, az sonra varacağı ‘son durak’, yolcuları indirip biraz soluklandıktan sonra isim değiştirerek yeni güzergahın ‘ilk durağı’ olacak ve o şoför, yavaş yavaş, frene bolca gaza mümkün olduğunca az basarak kendi istikametinde gitmeye devam edecek. Ne arka koltukta bu yavaş ilerlemeden oldukça rahatsız olan yolculardan -yani bizlerden-, ne de acilen yetişmek zorunda oldukları işlerden asla haberi olmayacak. Eğer olsaydı frene daha az, gaza daha çok basar mıydı, sanmıyorum…
***
Düşünceler içinde kaybolurken, açık olan camdan içeri giren rüzgarın etkisiyle fazlaca üşüdüğümü fark ettim. Fark ettiğim ne yazık ki sadece bu değildi, gecenin karanlığında saat 3’ü geçmiş, hızla aydınlanmayı bekleyen günle birlikte sahneye çıkmaya hazırlanan güneşe izin vermek üzere ilerliyordu. Evin içerisindeki sessizlik ise bozulmamış, tüm hareketsizliğiyle sabahı bekliyordu. Bense masamın üstüne yığılmış onlarca kağıdı hazırlamak için birkaç saat önce ecel terleri döken adam değilmişim gibi, umursamaz bakışlarla süzmüştüm kağıt tomarını… İsmini dahi bilmediğim birileri tarafından planlanmış ertesi günümün zinde geçmesi için çoktan yatmış olmam lazımdı, hemen yatsam bile artık iş işten geçmişti, ertesi gün uykusuz bir gün olacaktı ama buna rağmen ufak bir uyuma isteği bile yoktu içimde. İnadına daha da sorgulamak istiyordum, yıllardan beri oynadığım rolün inceliklerini öğrenmek için. Fakat uyumak için kendimi zorlamam lazımdı, aksi takdirde yoğunluğuyla başa çıkmayı anca başarabildiğim haftam facia bir günle sonlanacaktı. Büyük sayılabilecek bir uğraşla birkaç saatliğine de olsa uykuya ait olmayı başarabildim.
***
Birkaç saatlik uykuyla başladığım günle birlikte o yoğun haftayı sonlandırmayı başarabildim. Sonrasında boşta kaldığım zamanlar, izne ayrıldığım haftalar ve birçok süreç daha yaşadım… Hayatını şehir temposunu yakalamaya adamış herkes gibi ben de birilerince planlanmış süreçlerde bazen yoruldum, bazense yatmaktan sıkıldım. Kimi zaman minibüsün güzergahına göre değişen hızını umursamadan kulaklıklarımdan kulağıma akan notalarla düşüncelere daldım, kimi zamansa alışveriş merkezlerinin kendileriyle hiçbir problemi olmayan, fakat onlara yakışacağım diye sahte bir kral havasına bürünen insanların davranışlarına anlam vermeye çalıştım… Bir anlam bulamadım. Fakat ne onlara, ne de başka şeylere ‘bana ayrılan süreden’ fazla vakit ayıramıyorum, sebebi ise malum… tüm sürelerimin isimsiz birileri tarafından planlanıyor olması. Hayat temposunun peşinden koşturup yetişmeye çalışırken kimisi yavaş kimisi hızlı giden bir sürü minibüs değiştiriyorum, ve ölümüm şarampole yuvarlanan bir minibüsün içinde beni bulacak, biliyorum. Fakat ben istesem de bırakamam bu koşuşturmacayı, çünkü müebbet hapsini tüm benliğiyle kabullenmiş bir mahkumun af ile özgür kaldığında yaşayacağı yabancılığı, “şimdi ne yapacağım ben?” duygusunu yaşayacağımı biliyorum… belli belirsiz kurduğum ufak hegemonyalarımı her defasında hiç acımadan dağıtan hayatın hezimetiyle, hapishaneme yakışır bir müebbet mahkumu olmaya uğraşıyorum. Kulaklarımda kulaklık, kafamda ismini bildiğim çeşitli düşüncelerle…
160414 // Görkem Çolak