Berbat bi günün sabahının temin edebileceği her şey mevcuttu. Çok saatler önce terkettiğim yatağım yüksek ihtimalle buz kesmiş ve bana mesafeliydi. Ters ayaklarıma giydiğim çoraplarımın topukları katlanmıştı ve iplerini iyice sıktığım yıllanmış postalımın düzleşmiş tabanının sertliğine dayanarak çivi gibi batıyordu yürümekten bi kısmı nasırlaşmış ayak tabanıma. Boğazıma doladığım kaşmir kaşkol boynumu terletmiş, ter damlaları kazağımın içine göğsüme doğru ilişiyordu yer çekimine dayanarak. Bu durum beni fazlasıyla bunaltmıştı ancak itiraz etmiyordum. Yine açıkhava basıncını omuzlarımda hissettiğim bi zaman dilimiydi. Üzerimdeki kışlık olmayan, griden daha griye çalan ceketimin yakasının boynuma sürtünen kısmındaki tortulaşmış yağ lekesi hepten sinirimi bozuyordu. Evet, gün benim için doğmamıştı doğrusu. Arabadan indim, ceketimin çıkartıp koltuk altına sıkıştırdım. Caddeye paralel olan arka sokaklardan birine hızlı bi giriş yaptım. Kırmızı taşlı, sağlı sollu kaldırımlarında orta boylu ağaçlar olan kısa ama keyifli bi yoldu bu yahudi sokağı benim için, çabucak.
Oturmuştum, isteğim karamelli sıcak süt masama konmuş, yanında arzuladığım ve içinde altı adet wafer bulunan sevimli paketi açmış ilk ısırığı alıp elimi sütüme atmıştım. Geldi.
Sandalyesini çektim ve oturmasını söyleyip gülümsedim. Benden böyle bişiy beklemediği için O’da gülümsedi. Daha ayaktayken, bi el hareketi ile işaret ettiği filtre kahvesi gelmişti masaya. Esmer şekerlerin birini açtı ve yarısını döküp karıştırdı. Kaşığı fincandan çıkarmasıyla; ince, sevecen ve kararlı bi bakış atması aynı saniyenin sonlarına doğruydu -bana. O kadar ağır ve ne yaptığını bilir haldeydi ki, sanırım ona hayran oluyordum. Bu beni irite etmeliydi ama aksine zevk duydum.
Saat sekize varasıyaydı, hava ve O, o kadar yumuşaktı ki, kaybedilmiş her şeyin bulunabileceğine inandırıyordu beni, o masada, onunla konuşmak.
Biraz yeraltı edebiyatından, biraz son zamanlarda vizyona giren romantik filmlerden, biraz onun yunanistan seyahatinden, biraz da oturduğumuz masadan yetmiş metre uzaktaki ezgi kitap evinden ve çarşının en alt katında ki sahaflardan söz ettik.
Zaman akıp gitmişti, saate baktığımda, gördüğümden pek memnun kalmadım. İçmem gereken ilaçları içmemiştim ve budamam gereken çalılar beni bekliyordu. Ellerimin titremesi ve suyu çekilmiş gölleri anımsatan deri rengim bana çok sevdiğim bi anımı hatırlamamda hiç yardımcı olmuyordu. Elimden hızlıca kaçan halatın bıraktığı yanma hissi vardı ayak bileklerimde, sanki o gün o yahudi mahallesinde oturan, sıcak sütün ve kırmızı rujun iyice yedirildiği dudağın tadına bakan ben değildim. Mutsuzluğum durağanlaşmış ve sazlıklar denizinde yitip gitmişti.
İki insanın belirli zaman diliminde kurdukları hayallerin çakışma olasılığı, birbirine rakip iki doğrunun kesişme olasılığından daha düşüktü benim için. Nihayetinde aynı hayali farklı ve paralel olmayan zaman dilimlerinde kuran iki palamut rakipti birbirine. Ne acı. Yinede evimin tentesinde oturup yeşil çayımı içerken şunun farkına varabildim, beni hayatın boktan biyer olmadığına ikna eden şey olmayacak hayaller ve hiç olmayacak anılardı. Ki kurulan hayaller, tam benim yaşımda evriliyor anılara. Ne kötü bu arabistan.