Saçlarımı örüyorum her gece olduğu gibi. Fakat bir an sonra, diğer gecelerden farklı olarak, saç tutamlarım kısalıyor ve koyulaşıyor. Odamın hatları siliniyor çevremden. Yalnızca onun bildiği denizin kıyısında kendimi annem olarak buluyorum.
Bir Akdeniz çocuğu olarak İstanbul’da yaşadığım yıllar boyu şehrimi nasıl özlediğimi düşünüyorum. Her fırsatta buraya kaçıp gelmek isteyen ben değil miydim? Yaşadığım her zorluktan sonra tek sığınabileceğim limanlar değil miydi bunlar? İstanbul’un birbirine yabancılaşmış insanlarına karşılık bu kent buram buram ev kokmuyor muydu? Belki de küçük bir kız çocuğu gibi ailemin kollarına koşma isteğimdendi her şey. Ya da yalnızca babamın kollarına. Çünkü babamın varlığından güç almak her seferinde en cazip olanıydı. Tüm bu binaların, duvarların, yolların, insanların hatta kenarında oturduğum denizin bir anda cehenneme dönüşmesi ne kadar da trajikomik. Arkama bakmadan kaçmak istiyorum yalnızca. Üstelik kaçarken soyunup çırılçıplak kalmak, benliğimden sıyrılmak. Kalbimin tam ortasına çöreklenmiş bu acıyı unutmak… nasıl kolay olurdu.
Şehrin her köşesinde anılarım pusu kurmuşlar. Çıplak ayaklarıma taşlar batsa da yürümeye devam ediyorum. Eski portakal bahçeleri canlanıyor gözümün önünde. Ceplerimiz meyvelerle dolu eve koşarken yokuşun başında babamın heybetli silueti beliriyor. O zamanlar daha küçücüğüm. Olup bitecek her şeyden habersizim. Doğumdan önce istenmesem de evin dokunulmazlık kazanmış tek üyesiyim. Ailenin en küçüğü olmanın getirilerinden yararlanıyorum. Üstelik çoğu zaman babamı en iyi anlayanın da ben olduğunu düşünmüyor değilim. Kucaklıyor beni ve birlikte eve giriyoruz. Gözlerinin ne kadar yorgun baktığının farkındayım. Kesif bir sigara kokusu yayılıyor ceketinden. Belli ki canını dişine taktığı bir gün daha geçirmiş.
Çocukluğumun iç burkan anıları uzaklaşırken babamın gözlerim önünde yitip giden hayatının kederi sarıyor çevremi. Günden güne bizim için mi erimiş? Elbette bizim için. Yoksa buna yaşamak mı denir? Neden babalarımız ve annelerimiz kendi hayatlarını tüketirken –aslında bizdik onları tüketen- biz eğitim görüyor, okuyor ve başka meslek sahipleri ya da başka anne-babalar olup çıkıyorduk? Yaşayabileceğimiz tüm güzel anları yaşamadan onları acımasız ellere teslim ediyor karşılığında da para alıyorduk. Oysa bize verilen emeklere yenilerini katıp kendi çocuklarımıza harcıyorduk hepsini. Kızlarımın eriyişini de geçiriyorum gözlerimin önünden. Tüylerim diken diken oluyor.
Dalgaların sessizliğine karşı bir sigara yakıyorum babamın hatırına. Onu öldüren, hem de korkunç acılar ve ağrılarla öldüren, bu meret olmasına rağmen. Artık babam yok. Ondan geriye bu şehrin anıları kaldı. Bu anılarsa ağzımda acı bir tat bırakıyor. İçinde bulunduğum hissiyat, yani babanızın ölmesi hissiyatı, sanki yemyeşil bir bitkiymişsiniz de köklerinizi sizden almışlar gibi. Bir yerlerde okumuştum sanırım babaları ölünce çocukların büyüdüğünü. Öyleyse ben bu şehirde doğduğum gibi bu şehirde büyümüş oldum.
Sigaram bittiğinde denizin dalgaları siliniyor önce. Sonra saçlarım tekrar uzuyor, rengi de açılıyor. Yeniden ben oluyorum.
Bu yeniden kendime dönüşümün ardından babamın öldüğünü varsayıyorum. Fakat hiçbir şey değişmiyor. Yüreğim ezilmiyor ya da nefeslerim dizilmiyor boğazıma. Babamla aramda, annem ile dedemin arasındaki gibi bir ilişki olmasa da asıl sebebin bu olmadığını biliyorum. Sanırım babamın ölmesinin nasıl hissettirdiğini o ölünceye kadar anlayamayacağım.
twitter: @guneydekitren