Başka bir zihnin düşüncelerini izlemek, yalnızca kendi düşüncelerimizle baş başa kalmamızı önlüyor ve bu yüzden de yaratıcılığı köreltiyor olabilir mi?
Öncelikle bu önermeye dair savları bir görelim
şöyle özetleyeyim: kitap okurluğu çoğaldıkça kaliteli eserler azaldı. peki neden böyle oldu? çünkü shakespeare, dostoyevski, tolstoy, victor hugo, mark twain, oscar wilde gibi 20. yüzyıldan önce tarihe damga vurmuş yazarlar ilhamlarını başka yazarların kitaplarından değil, bizzat kendi hayal güçlerinden aldılar. 20. yüzyıl ve sonrasında doğan yazar nesli ise demin saydığımız yazarların eserlerini hatmederek büyüdüğü için selefleri kadar büyük yazar olamadı.
bugün bize 100 tane büyük yazar say dediklerinde bunların 90 tanesini 20. yüzyıldan önce eser vermiş adamlardan seçiyorsak bunun yegane sebebi 20. yüzyıl’dan önce doğan yazarların kendi kendilerini okuma şansları olmamasıdır. hülasa teknoloji arttı, iletişim arttı, okur yazarlık arttı ama kalite azaldı. kanıtlarıyla gördüğünüz üzere kitap okumak hayal gücünün en büyük düşmanıdır. evinizde bir dostoyevski yetişsin istiyorsanız çocuklarınızın hayal gücüne güvenin ve ne yapın edin onları kitaplardan uzak tutun. dünyada hiçbir dimağın ikame hayal gücüne ihtiyacı yok. saygılarımla.
Düşünür Arthur Schophenhauer’in söyledikleri de bu önermeye dahil edilebilir
“zihinler arasında bir insanı düşünmeye, diğerini okumaya götüren asli farklılık, sürekli olarak büyür. okumakla insanın o an içinde bulunabileceği ruh haline eğilimine yabancı olan düşünceler, zihni zorla ele geçirir ve üzerine damgasını bastığı balmumuna mühür ne kadar yabancıysa, bu düşünceler de zihne o kadar yabancıdır. böylelikle zihin bütünüyle dışarıdan gelen zorlama altındadır; şunu veya bunu düşünmeye zorlanır, her ne kadar o an böyle bir şeye zerrece eğilimi veya isteği yok ise de.
fakat bir insan kendi kendisine düşününce, o an için ya çevresi ya da zihnine düşen belli bir şey tarafından belirlenmiş olan kendi içgüdüsünü takip eder. insanın (algısına, sezgisine konu olan) görünür çevresi, zihne, okurken olduğu gibi “tek bir belirli düşünceyi” zorlamaz; sadece doğasına ve mevcut ruh haline uygun olan şey üzerine düşünmeye götürecek malzemeyi ve vesileyi sunar ona. dolayısıyla “çok okumanın” zihni her türlü esneklikten yoksun kılmasının nedeni budur; bu tıpkı çelik yayı sürekli tazyik altında tutmak gibidir. eğer bir insan düşünmek istemezse, bunun en güvenli yolu, her ne kadar yapacak başka bir şeyi olmasa, eline bir kitap almaktan geçer.”
Sözlük yazarı “bayamlik prensi” de bu görüşe karşı cevap vermiş
katılamadığım önerme zira yukarıda belirtilen yazarların hepsinin psikolojik sorunları, toplumla uyuşmazlıkları var. bununla ilgili en yakın zamanda bir şeyler yazmak istiyordum, bu da üstüne geldi.
insanlar zamanında girdiği buhranlardan, sanrı nöbetlerinden kurtulabilmek için gerçeklikle bağlarını koparıp kendi comfort zone’larını (rahat ortam) dile getirmişler. bir nevi kendi alternatif dünyalarını tasvir edip, arkadaş olmak istedikleri, esasında parçası olmak istedikleri hayatları aktarmışlar. tolstoy o kitapları kendinden yıllar sonra bir tane liseli amcık ağızlı “gılgamış destanı mübarek, oku oku bitmiyor” desin diye yazmadı. new york times bestseller’da 1 numara olmak için yazmadı. yazması gerekiyordu, bir şekilde içinde bulunduğu gerçeklikten kopup kendi gerçekliğini oluşturmak istiyordu.
tıpkı instagram’da verilen sahte pozlar, fake gülüşler gibi. günümüzde gerçeklikten kopmak çok kolay. bir iphone aracılığıyla istediğin kişi olabiliyorsun. bir yıl boyu köpek gibi çalışıp, bir haftalık yaz tatilinde çektiğin video/resimlerle kendini istediğin gibi pazarlayabiliyorsun. üzgünsen “ahahahaha” içerikli bir tweet atıp üstesinden gelebiliyorsun ama eskiden öyle değilmiş işte, eskiden insanlar bende sizdenim demiyormuş. ben farklıyım ve bakın bu da kendimi ait hissettiğim yer yani “suç ve ceza” diyorlarmış. sen ise dahil olup, kim tarafından belirlendiği belli olmayan standartlara erişmeye, erişemiyorsan bile erişmiş gibi görünmeye çalışıyorsun. burada da devreye self marketing giriyor.
konuyu en başından ele alacak olursak
yazmak eylemi başlı başına bir kaçıştır. yazabilmek için bir şeylerden kaçmanız gerekir; insanlardan, toplumdan, aşktan, kendinizden kaçmanız kopmanız gerekir. topluma entegre olmuş, kaçtığı şeyler olmayan, rutine sadık hiçbir birey “yazmak” denen belaya bulaşmamıştır. belki de başındadır bu bela kitabının ama tam anlamıyla eline kalemi alıp bir şeyler anlatmaya çalışmamıştır. içeriğinden bağımsız olarak pembe kapaklı kitabı aşk ismiyle piyasaya sürmek, esasında “aşk” her zaman satar klişesiyle girişilmiş “yazmak” eylemiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir pazarlama tekniğidir. kişisel gelişim adı altında, çok özel deneyimler sonucunda elde edilmiş gibi sunulan verilerin saman kağıtlarını zehirlemesi olayına hiç girmiyorum.
yazmak, sadece yazar ve mürekkep vasıtasıyla yaktığı ağıtının kağıtlarda bırakabildiği iz kadar kurtulmaktır. yazabilmek için çok kitap okumuş olmanız gerekmez, dünya klasiklerini ezbere bilmeniz gerekmez, sadece yakabileceğiniz bir ağıt ve bu ağıtı yaktığınızda iz bırakabilecek bir kağıt her şeye yetecektir.
sorun yazmak eylemine girişmeden önce bütün yolların denenmiş olmasıyla ilgilidir biraz da, yazma evresine gelene kadar bütün kitaplar okunmuş, bütün hikayeler dinlenmiş, bütün filmler izlenmiş ve kaçış sonlandırılamamıştır. yazma fikri, yazarın kendinden ve fikirlerinden kaçmaya çalıştığını anlamasıyla belirir. dile getirilemeyen arzular, atlatılamayan travmalar, özlenenler, unutulanlar, hiç bir lisanda karşılığı olmayan hisler bir şekilde kağıtlara izler bırakmaya başlar. attığı kazık unutulamayan eski bir dost, hırsız olarak belirir sayfalarda ve sonunda idamla cezalandırılır. eski sevgili, aynı hikayede müptezel bir fahişedir. yani bütün hayat birkiminin akla sığmayan bir kompozisyonudur yazılanlar.
neden mi yazamıyoruz? çünkü kaybetmek istemiyoruz
çünkü yazmanın aslında ne kadar acınası bir eylem olduğu gerçeğini iliklerimize kadar biliyoruz. kaybetmiş olma gerçekliğiyle yüzleşemeyip kazanan pozlara bürünüp, kazanmış gibi davranıyoruz. bir nevi standartlara oynuyoruz, aynı maskeyi takıp, aynı telden çalışıyoruz, farklıysak bile dışlanma korkusuyla bunu dile getiremiyoruz, elimize tutuşturulan akıllı olduğu iddia edilen bir cihaz ve içindeki sahtelikle kendimizi uyuşturuyoruz. öyle bir kaybetmişiz ki, gerçeklerden kaçıp kendi dünyamızı bile dile getiremiyoruz, öyle bir ezilmişiz ki dayatılanlar karşısında değil sesimizi çıkarmak daha fazlasına sahip olabilmek için birbirimizi yiyoruz. bu şartlar altında orijinal eserler çıkmaması çok doğal, bunun sebebi geçmişte yazılan eserlerin okunması değil. geleceğe dair fikirler üretmesi gereken beyinlerin uyuşturulmuş olmasıdır. giydiklerimiz bile aynıyken nasıl farklı şeylerden bahsedebiliriz ki?
yaktıkları ağıtlarla zihinlere kazınan “farklı” olanların, yazmak eylemini bir kaçış olarak görenlerin, iz bırakanların, en iyi yazanların, en güzel kaybedenlerin hikayeleri
fyodor dostoyevski: epilepsi hastasıydı. hayatının çok büyük bir dönemi depresyonla geçti, kumar bağımlılığıyla mücadele etti.
friedrich nietzsche: hayatı boyunca çok şiddetli depresyon ve ihtihar eğilimiyle yaşadı. frengiye yakalandıktan sonra akli dengesini tamamen kaybetti.
william blake: psikozlar geçirip gerçeklikle bağları koptuğunda şiir yazmaya başladı, gördüğü halüsinasyonlar en büyük ilham kaynağı oldu.
mark twain: bütün ömrü boyunca kronik depresyonla mücadele etti. girdiği melankoli nöbetlerini eğlenceli eserleriyle bastırdı.
franz kafka: hayatı boyunca sağlık sorunlarıyla mücadele eden kafka, sosyal anksiyete ve depresyon hastasıydı. imsomniayla mücadele etti, stressiz bir gün geçirmedi. eserleri ölümünden sonra yayınlandı, hayattayken hiç bir eserini yayınlamadı.
lev nikolayeviç tolstoy: varlıklı bir aileden gelip maddi durumu iyi olmasına rağmen inzivaya çekilip, münzevi bir hayatı tercih etti. depresyonun pençesindeydi. sık sık evden kaçtı. intihar etmeye cesareti olmadığı için kendinden nefret etti. bir tren istasyonunun görevlikulübesinde öldü.
sylvia plath: hayatı boyunca mental sancılar çekti ve antidepresan kullandı. ileri derece bipolar bozukluk hastasıydı. 1952’de intihar girişiminde bulundu ve akıl hastanesine yatırıldı. 1963’te kafasını fırının içine sokarak intihar etti.
paulo coelho: gençken ailesi tarafından üç kez akıl hastanesine yatırıldı. sorunlu bir çocukluk geçirdi. eserlerinde bu yanını sergilemekten hiç çekinmedi. veronika ölmek istiyor kitabını bu süreci özetlemek niyetiyle yazdı.
jack london: gelmiş geçmiş ilk milyone yazar olan jack london, bipolar bozukluk yaşıyordu, intihar girişimlerinde bulunsu. hastalığını tedavi etmek için kendince geliştirdiği bir karışımı kullandı. karışım civa, eroin, afyon gibi kimyasal maddeleri içeryordu, bir süre sonra böbrekleri iflas etti.
virginia woolf: son romanını yazdıktan sonra majör depresyona girdi. 1941 yılında ceplerini taşlarla doldurup nehre atlayarak intihar etti.
ezra pound: 13 yıl akıl hastanesinde yattı, ilerleyen yıllarda şizofreni teşhisi konuldu.
ernest hemingway: hayatı boyunca paranoya, depresyon ve alkolizmle mücadele etti. av tüfeğiyle intihar ederek sancılı hayatına son verdi.
charles baudelaire: sistemin çarkları arasında ezilen baudelaire bohem yapısıyla dikkat çekti. bipolar bozukluk ve frengiyle boğuştu.