Bu başlığa bakanlar ilk başta farklı şeyler tahayyül edebilirler kafalarında. Ama benim bahsedeceğim şey, ilk tahayyülden biraz farklı. İlk tahayyül, farklı yetişenlere, şanslı veya şanssız büyüyenlere selam veriyor gibi dursa da dedim ya farklı bir şeyler anlatmaya çalışıyor bu başlık.
Büyümek, yaşlanmak, yıpranmak… Hepsi doğa gereği var olan ve yaşadığımız şeyler. Hepimiz öyle ya da böyle büyüyoruz yani istesek de istemesek de. Ama şu da var ki büyümeden büyümeye fark var aslında. Ben görece farklı olan ve birbirine benzemeyen iki büyümeyi ele alacağım. Bunlardan ilki, baba olunca büyüyenler.
Henüz baba değilim fakat empatisini güçlü bir şekilde tahayyül edebiliyorum kafamda. Hayal ediyorum bir evladım olduğunu ve hayatımdaki olası değişiklikleri tasarlamaya çalışıyorum. Gerçekten büyük sorumluluk ve yine hakeza büyük değişim. Olgunlaşıyorum bu hayali kurarken, daha geniş bir perspektiften bakıyorum hayata, yarın daha çok kurcalamaya başlıyor beynimi ve geleceği inşaya çalışıyorum her ama her gün. Masraflarım oluyor haliyle ve ben, kişisel masraflarımdan kısmaya başlıyorum alışık olmadığım halde. Gün içinde merak ettiğim insan sayısı eskiye nazaran iki oluyor ilk aşamada. Eşim ve çocuğum. Daha sonra belki artıyor bu sayı. Sonra dönüp aynaya baktığımda ilk defa biraz da olsa yorgun bakıyor gözlerim. Hayır, asla şikayetçi değilim halimden gururlu bir yorgunluk bu. Sessizce fısıldıyorum kulağıma: ”Baba olmak bana yakışıyor’ diye. Ve ben büyümüş bir adam ve baba olarak yanlarına geçiyorum, salona. Evet, artık büyüdüm ben, ee kolay mı baba oldum artık.
Bir diğer ikinci ise babayı ebediyete uğurlayınca büyüyenler.
Bu büyüme ile alakalı daha derin şeyler yazabilirim sanırım. Yazabilirim çünkü o ebediyete yolladım babamı. O ebediyet babamı aldı ve büyümüş olmayı verdi bana. Ne zaman ki bu dünyanın hengamesine dayanamayıp gitti babam, ben o zaman büyüdüm.
Baba figürü öylesine dolu ve büyük ki kanımca, yokluğu cüretkar oluyor, çok yıpratıyor. Anne için de farklı şeyler söylememe tabii ki anne-baba birbirinden asla ayrılmaz değer bakımından fakat erkek için rol model olduğundan biraz daha ayrıntıya girer belki değeri. Anneden fazla olmasa da belki bir kaç cümle fazla yazılır hakkında, yazan oğul ise.
Farkında olalım ya da olmayalım arkamızdaki dağdır baba. Her daim ona dayarız sırtımızı. Çocukken ona güvenerek kafa tutarız kafamızı bozanlara, gençliğe geldiğimizde güvenmeye devam ederiz ona. Onun hayat hakkındaki görüşlerine sıkı sıkıya sarılırız. Mutlak doğrudur her cümlesi. Fakat mesela yaş 25 olduğunda ufak tefek çatışmaya başlar görüşlerimiz ve ufak tefek atışmalar başlar, bazen şiddetli tartışmalar olarak şekil değiştirir. Fakat hayatımızın en temiz tartışmaları olur bunlar çünkü bize değer katar.
Sonra… Sonra bir gün selam sabah vermeden ya da vererek giderler. Sayılı olan nefesleri gelir son nefesini aldırır ve yukarılara doğru çeker onu. Bütün dünyanın yükünü omuzlarımızda hissederiz daha bir gün önce bütün dünyanın üzerinde olduğumuzu sandığımız biz. Güvendiğimiz o koca dağ sessizliğe büründüğünde, hayat bizi sırtımızdan iterek o dağın başına oturtur ve ‘hadi bakalım’ der. Dağ olma sırası bizdedir. Dağ olma sırası bizdedir fakat çok yabancıyızdır bu role. Bocalarız önce uzun bir süre. Oyunun kurallarından bihaberizdir. Yedek oyuncu misali, zaman alır oyuna girmek için ısınmamız. Sonra öğreniriz ki ‘hayat devam ediyor’ muş. Hayat devam ettiğine göre bizim de etmemiz gerekir ve gireriz oyuna. Elimizde olan, babamızdan gördüklerimiz, duyduklarımız ve öğrendiklerimizdir. Kendi bildiklerimizle ve öğreneceklerimizle de harmanlayıp başlarız oynamaya, yani yaşamaya. Ve artık hayat fısıldar bu defa kulağımıza: ‘Bu defa, baba olmadan ve biraz da erken büyüdün.’
Bu yazıyı bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Can Dündar ‘Kırımızı Bisiklet’ kitabının bir sayfasında şöyle diyor:
” Babalar çocuklarının doğumuyla büyür ve çocuklar babalarının ölümüyle.”